Edebiyatımızın (g)üçlü ismi Yusuf Melikşah Alparslan Beyhan yanıtladı: “İstanbul baştan aşağı yıkılsaydı ne yapardım?”
Upas Yayın sordu: İstanbul baştan aşağı yıkılsaydı ne yapardın? Ya da ‘düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur’ dersin…
Yusuf Melikşah Alparslan Beyhan yanıtladı: İstanbulun baştan aşağı başıma yıkılmışlığı vakidir, hem de birkaç defa. Bunların ilki, sanıyorum Harb-i Umûmî yıllarının az evveline, yani revolverimi ateşlemezden evvel işaret parmağımın ucunda muhakkak dokuz takla attırarak caka satıp afi kestiğim ateşli ve barutlu gençlik zamanlarıma rastlar. O tarihlerde iki kaşının ortasını nişangâh bellediğim arkadaşlar her ne kadar nişancılığıma ziyadesiyle katkıda bulundularsa da sonunda bu beni peyderpey yalnızlaştıran bir şey oldu.
En nihayet, Neyzeni dinlemek ve duman çekmek için ve evsiz kaldığımda da pansiyon olarak kullandığım Gavran Mustafanın Kahvesine olan kabarık borcuma mukabil sattım gitti revolveri. Kolay değil tabii, babam babasını vurmuştu o çakaralmazla, benim de yaptığım gibi.
Neyse, Gavran Mustafanın alacak defterinden (ki açık saçık hikâyelerin derlendiği taşbasması bir mecmuanın kenarlarına derkenar olarak düşerdi borcumuzu) adımı sildirdikten sonra o havaliden kestim ayağımı, gene askıcılık olmasın diye.
Sonra bir ara bir baltaya sap olayım dedim, sap olacağım balta dilim dilim doğramaya kalktı beni, hâliyle oradan da kopardık palamarı.
“Nasipsiz Üsküdarlıyız ağabiler…”
Silahı sattım dedim ama meteliğe kurşun atmaktan kurtulamamışım daha. Üstüne fayrap bir aşk macerası, bilahare ondan da bir iki şiirle birkaç da löpontif hikâyesi çıkarmasını bildik evelallah. Derken kıtlık zamanı esnafın da ahlâkını bozdu, kahveciler kahveye nohut, torbacılar afyona sakız, meyhaneciler şaraba su katmaya başlamış, kötü zamanlar… Bir gün bir iş için Surun dışına çıkmışım, geri döndüğümde kapılar kapalı, meğer yatsı okunmuş çoktan, almadılar şehre beni, kapıda kaldım. Dediğim gibi, o yıllarda torbacılar, afyona ne bulursa katıyor.. düştüğümüz dalgalara sonraki yıllarda “halüsinasyon” dediler. İşte İstanbulun baştan aşağı başıma yıkıldığı ilk defa o gecedir. Mevsim kış, dikkatinizi çekerim. “Hikâyet-i Elf Abdal”a dönmemize ramak kalmış.
Sonra zaman geçti tabii, savaşta üç kolum yaralandı, ikisi iyileşti, biri hâlâ kasılır. Bir dergide işe girdim, “Şehsuvar Pırpırı” müstearıyla erotique hikâyeler yazıyorum, arkası yarın hani… Neyse önü arkası demeden o işin de ekmeğini yedik epeyce. Arada birkaç yıllık hicret, Paris – Amerika. Necibin de dediği gibi gündüzünü görmedim Parisin, ne de New Yorkun. Yalnız kumarla aram yoktu, ben daha çok “Beyza Hanımefendi”ye takılıyordum. Hattâ bir keresinde Asmalımesçitte Peyami Safa, Fikret Adil, ben… Neyse bunu sonra anlatırım. Sonra Lütfi Kırdar İstanbul Valisi oldu, bu da yetmezmiş gibi Menderes bindi tepemize. Bu defa İstanbul baştan aşağı hakikaten yıkıldı.
Ben ne yaptım? Dediniz ya “İstanbul baştan aşağı yıkılsaydı ne yapardın?” Birinci olarak “Beyza”yı bıraktım, zira gıramı elli liradan aşağıya bulunmuyordu artık. Gittim, yepisyeni, kız gibi bir piştov aldım, hani Zâbitkesti Çıkmazında sekiz rüşvethâr zâbiti ve bunların yanında elim değmişken aradan çıkarmakta bir beis görmeyerek kimvurduya götürdüğüm -götürüp getirmediğim- iki de polis hafiyesini bir hafta içinde peş peşe eşşşek cennetine uğurladığım… Hah, işte o piştov. Bir de altıpatlar tabii, yalnızlık Allaha mahsus.
Bundan sonrası çocukluk hayallerimin tatbikinden ibaret. Bulûğa erdiğim günden beri, bir ibadet gibi istisnasız her gün yarım saatimi kırklı yaşlarımda kurmayı hayal ettiğim terör örgütünü düşlemeye ayırıyordum. Bir çeşit “méditation”. Eh, insan, hayallerini, yekûnunu değilse bile gerçekleştirmeli. Örgüt işi yalan oldu, zira ekip çalışmasına pek müsait değilim. Fakat bir çakaralmaz da altı mermi alıyor evelallah. Elimden geleni yaptım İstanbul için, bir şeyi değiştirebildim mi? Bilmiyorum.
Fakat bildiğim bir şey var ki o da, IV. Murad devrini görmüş üçüncü sınıf bir şair olan Nâğzî’nin bizleri haberdâr ettiği birinci sınıf bir hakikat: Mâhüpervîn. Yani, ay ve süreyya takım yıldızı. Dünyanın ismi en güzel uyuşturucusu, bir on yedinci yüzyıl lsd’si… İstanbul baştan aşağı yıkılmış ve düzayak çivit badanalı bir şehir mi kurulmak icap ediyor? Çaremiz, devamız buradadır ağabiler. Bu şehir her elli yılda bir baştan uca yanar, kül olur, eski bir İstanbul âdetidir. Bize düşense Mâhüpervîn… Çivitin ve lâciverdin en okkalısına astar çekecek ilaç işte budur. Ya da Pârepârezâde Ahmed Çelebinin de söylediği gibi:
“Oldı sana bengî hayâl-i fenâr
Sîne-i sûzânun anunçün yanar”
Kasım, 2020
Ayrıca okuyunuz: Esrārenk