İnceleme: “ŞİİR TEKNOLOJİSİ” (Emrah Sönmezışık)

Aynı duyulara sahip olsak da, bazılarımızın mavi ve siyah gördüğü bir elbiseyi, bazılarımız buz mavisi ve altın sarısı olarak görebilmekte; yani, duyu organlarımızın gelişmişlik düzeyleri farklılık gösterebilmektedir. Bu sormacanın bazı internet sitelerinde ele alınış biçimi konuyu her ne kadar sulandırsa da, optik yanılsamadan kaynaklı söz konusu elbisenin gerçek renginden başka bir renkte görünüyor olması bizi şu noktaya taşır: gözümüzdeki algılayıcıların kişiselliği.

Aynı duyulara sahip olsak da, bazılarımızın mavi ve siyah gördüğü bir elbiseyi, bazılarımız buz mavisi ve altın sarısı olarak görebilmekte; yani, duyu organlarımızın gelişmişlik düzeyleri farklılık gösterebilmektedir. Bu sormacanın bazı internet sitelerinde ele alınış biçimi konuyu her ne kadar sulandırsa da, optik yanılsamadan kaynaklı söz konusu elbisenin gerçek renginden başka bir renkte görünüyor olması bizi şu noktaya taşır: gözümüzdeki algılayıcıların kişiselliği.

Varlık’ı, zihinsel ve fiziksel olarak ikiye ayırırız ama nesnenin fiziksel varlığının bir özne tarafından ortaya konulması, nesnel gerçekliğin öznellik barındırdığını kabul etmeyi gerektirir. Aksi durum ise nesnenin nesne tarafından algılanışıyla ilgilidir. Buradaki algılama maddenin diğer maddelerle olan bağı ve tepkimesini ifade etmektedir. Bağlar ile tepkimeler, belirli veya belirsiz şartlar altında bir yapının tanım alanını çizer. Yapı denildiğinde, bir kurguya sahip en küçük halkadan en büyüğüne uzanan bir yapı anlaşılmalıdır. Diğer türlü, parçaların uyumsuzluğu karşısında tümel bakımdan anlamsızlıkla yüz yüzeyizdir. Şiir üzerine yazılan her değerlendirme yazısında şiirin tanım alanına bağlı kalınmalıyken, yazılan her şiir için böyle bir zorunluk yoktur. Hatta tanım alanı gözetilerek yazılan şiir, yenilik yaratımı açısından elverişli değildir.

Görme yetisi gelişen bir bebek, hareket kabiliyetinin de kısıtlı olmasından ötürü günlerce tavana bakar. Siz de aynı şekilde yoğunlaşırsanız; tavanın düz bir zeminden ibaret olmadığını ve binlerce noktadan oluştuğunu kavrarsınız. Tavanın nesnel varlığının bu aşamada herhangi bir çağrışımı yoktur. Duyu organlarımızla algıladığımız her nesneyi bu örnekteki gibi öncelikle nesnel gerçeklikleriyle özümseriz. Horst Redeker, Edebiyat Estetiği isimli kitabında, “Edebiyat alımlanmak için üretilir, üretildiği için de alımlanır” der. Aslında var olan her şey, duyu organlarımızı engellemediğimiz sürece bizden bağımsız bir şekilde alımlanır. Şair, nesnel gerçekliği öznel gerçeklikle yoğurarak şiirini oluşturur; okurun önünde yeni bir nesne olarak duran şiirse, yeni bir özne tarafından nesnel hakikat noktasına taşınır. Nesnel gerçeklikle başlayan yolculuk, nesnel hakikat durağında sonlanırken nesnel hakikat, nesnel gerçeklik ile öznel gerçekliğin uygunluğunu ifade etmektedir. Bir şey ne kadar uygun olursa olsun, aynı olmadığı sürece uygunsuzluğu da barındırır. Uygunsuzluğun nedeni farklı bilinç düzeylerine sahip oluşumuzla, mekân ile nesnenin durdurulamaz değişimiyle ilgilidir. 

Nasıl olur da masal, fantastik edebiyat,  bilimkurgu vb. türler, nesnel gerçeklikle zayıf bağlara sahip olmasına karşın bizi içine çeker? Bunun haz ile ilgisi olduğunu düşünebilirsiniz; çünkü imge zihnin besin kaynaklarındandır. Amacın, salt haz inşa etmek olmadığı vurgulanmalıdır; çünkü temel amaç yeninin keşfedilme sürecidir. Az önce yöneltilen sorunun nesnel gerçeklikle ilintisi henüz kanıtlanmamış diye düzeltilmesi gerekmektedir. Yaklaşık dört yüzyıl önce Bruno rüyasında gördüğü imgelerden yola çıkarak ortaya attığı düşüncelerden vaz geçmemiş ve ölümle cezalandırılmışken Bruno’nun imgeleri bilimin konusu olmuş ve düşüncelerinin doğruluğu uzaya ilk kez teleskopla bakan Galileo tarafından kısa bir zaman sonra kanıtlanmıştır. Zihinsel gerçeklik, yansılanmış bir nesnel gerçeklikle bağı bulunmaksızın ortaya çıkabilir. Bunu mümkün kılan şey imgedir, zihinsel nesne her zaman fiziksel bir gerçeklikten doğmadığı gibi her zaman fiziksel bir gerçeği de işaret etmemektedir.  

Nesneler, yansılarıyla zihnimizde şekillenirler. Nesnel olanın dönüşmediği yerde özneden söz edilemez. Öznenin, bu dönüşümle edilgen ve etkin birlikteliği vardır. Var olanın birebir yansısı mümkün olsaydı, sanatı aktarım aracı şeklinde tanımlamamız gerekirdi. An’ın ve mekânın aktarımının, aynı kişi tarafından tekrar alımlanmasıyla nostaljiye dair bir sonuç oluşurken başkaları tarafından alımlanmasıyla çağrışımsal nitelik elde edilebilir. Hiçbir nesne var olduğu şekliyle zihinde yansılanamaz. Algılayıcıların, alımlama yetenekleriyle, zaman ve mekânda biriktirdiklerinin başka başkalığından dolayı yansılar değişkendir. Hiçbir şey yeni anda eski haliyle varlığını sürdüremeyeceğinden dolayı aynı kişi için bile nostaljik olanın çağrışımsal etkisi söz konusudur. İmge temelli sanatta özün tamamıyla kavranması güçtür, ayrıca kişilerin ortak bir paydada toplanma yüzdesi düşüktür. Öznel gerçekliğin biricikliğine değinirken nesnel olanın kitlesel olduğunu belirtmek gerekir. Algılayıcılarımızdaki farklılık öznel farklılıklara sebepken, algılayıcılarımızdaki aynılık nesnel hakikatin kitlesel birliğini sağlar. Görme yetisi olmayan bir canlı, ses veya elektromanyetik dalgalarla çevresini algılıyorsa dünya onun için iki boyutlu bir düzlemden ibarettir. Yükseklik ancak engelin arkasındaki matematiksel bir ilişkidir. Bu matematiksel ilişkiyi yorumlayamayacak bir beyin için üçüncü boyut yoktur. Bundan dolayıdır ki nesnel gerçeklik, özne tarafından algılanıp yansılandığı sürece aynı yetkinliğe sahip öznelerin kitlesel birliğinin sonucudur.

Özneyi ortadan kaldırdığınızda yansıyı da yok edersiniz. Böylelikle fiziksel nesnenin algılanan biçimi ortadan kaybolur. Mevcut bağ, şiirin biçimi ile özü arasında da vardır. Sanat, verili biçimin yeniden düzenlenmesi, kök biçimin veya yeni biçimin yeni öze kavuşturulmasıyla yapılır. Hiçbir nesne çevresinden yalıtık bir şekilde bulunamayacağına göre çevresel ilintilerden bağımsız bir biçim düşünülemez. Aksi olsaydı, biçim ile öz arasında bir bağıntı kurulamazdı. O takdirde verili biçim ifadesi, çevresel ilintiden bağımsız olarak nesnenin verili bir biçimde olduğunun kabulünü imlemektedir. Verili biçim dönüşüp değiştikçe veya verili haliyle çevresel ilişkiler kurdukça anlam kazanmaktadır. Hem bu yüzden, hem de yansıya değerlendirme fonksiyonu eklemlendiğinden dolayı, zihindeki yansı her zaman nesnel gerçeklikten fazladır. Yansılama ve değerlendirme özne-nesne ilişkileridir, ama yansılamanın içeriğine karşıt, değerlendirme içeriğinin ağırlıklı olarak özneyle, onun gereksinimleri, çıkarlarıyla, vs. belirlenir. Tüm değerlendirmeler için olduğu gibi, edebiyattaki değerlendirme uğrağı için de geçerlidir bu. Buradan da, yansılamaya karşıt, değerlendirme içeriğinin ağırlıklı olarak öznel yoldan belirlendiği ortaya çıkar*. Bir sanat eserinde gerçekliğin değerlendirişi üç farklı öznenin birlikteliğiyle yapılır: edebi canlandırmada değerlendirme, edebi canlandırmanın tasarım karmaşıklığı yoluyla, yani yazar-özne / canlandırmadaki özne / okuyucu-özne’nin, bu “kişiliklerin üç birlikteliği”nin temsil ettiği ve kendi nesnesi olarak gerçeklikle arasında değerlendirici bir ilintinin bulunduğu “kollektif özne” yoluyla, gerçekliğin değerlendirilişi haline gelir*.

“Verili biçimi başkalaştıran nedir?” sorusunun cevabı “öznedir”. Peki, “Verili biçim nerede başkalaşmaktadır?” sorusunun cevabı nedir? Her sanat dalının, kendi tanım alanında başkalaşmaktadır verili biçim. Biçimi, verili olmaktan çıkaran şeyse kurgudur. Verili olan, ya yeniden kurgulanarak yeni biçimine evrilirken bir planın amacı; ya da doğrudan diğer nesnelerle etkileşime girerek bir planın aracı olur. Her iki durumda da yansı değişmiş, yeni çağrışımların kapısı aralanmıştır. Yeni biçimin yansısı ne eski biçimle, ne de yeni biçimle birebir değildir; çünkü ilk haline ve yeni haline olan benzemezlik hem nesnel hem de öznel bir sonuçtur. Yeni biçimin yansısı büyük oranda öznel gerçeklik içerecek şekilde kurgulandıysa yansılar biricikleşmeye başlar, içermiyorsa kitleselleşemeye…

Öz, biçimin yansısıysa; algı da kurgunun yansısıdır. Fiziksel varlığı olmayan zihinsel nesne, dışa vurulduğu andan itibaren nesneye dönüştürülerek veya nesneye bağımlı olarak aktarılır. Zihinsel nesne, nesnel gerçeklikten bağımsızlaştıkça sanallaşır. Şiir de zihinsel nesnenin yansısını içerir ki buna karıştırılmaması için ters yönlü yansı demek daha doğrudur. Ters yönlü yansı, nesne olarak vücut bulduktan sonra şairin aktarmak istediği şeyler ikinci kişi tarafından, kolaylıkla alımlanarak yansılanabiliyorsa benzetme temelli ilişki söz konusudur; alımlanamıyor veya yansılar belirsizlik barındırıyorsa (şiirin ilişkilendiği sanal dünya büyük oranda sanal olarak kalır) imge temelli aktarım söz konusudur. Ters yönlü yansının nesnel gerçeklikle bağı ne kadar zayıfsa, o kadar anlaşılamaz ve bilinemezdir. Bu çerçeveyle çizilen anlaşılmazlık, şiirin uç noktalarda unsuru olduğu sürece, şiiri nesnel karşılıksızlığa yaklaştırır.

Televizyon ve Şiir? Sanırım, televizyonun olumsuz yönde en az etkileyeceği sanat şiir sanatı olacaktır. Çünkü şiir kendi yapısı dışında bir yapıya, diyelim görüntüye, kolay kolay dönüştürülemez. Dönüştürüldüğü zaman o artık şiir değil başka bir şey olacaktır. /…/ Televizyonun şiirde iki değişiklik yaratması beklenebilir: şiirin yaygınlığını arttırması, bir; bunun bir sonucu olarak şairi yüreklendirip onu sözel (oral) bir yapı kurmaya itebilir, iki. Kişi, filmini gördüğü bir romanı okumaktan cayabiliyor. Ama televizyonda dinlediği bir şiiri okumak, yeniden okumak ona çekici gelebilecektir. Bu bakımdan televizyonun uzun dönemde şiir sanatına yararı olacağı kanısındayım**. Televizyonun öbür sanatlar kadar şiire zararı olmayacağını düşünen Cemal Süreya’yı, geçen zaman haksız çıkarmıştır; çünkü şiir televizyonda var olamamıştır hiçbir zaman. Üstüne üstlük en çok zararı da şiir görmüştür. Eğer şairler kanal sahibi olabilseydi, belki de şiirin televizyonla evirilmesi sağlanabilirdi. Neden mi televizyondan en çok zararı şiir gördü? Çünkü şiirin görüntüye dönüştürülemeyeceğine inanıldı. Televizyon dışındaki ekranlara da bu bakışla yaklaşıldığı içindir ki teknoloji şiire içkin hale getirilemedi. Sonuç olarak ekranlar sayesinde şiirin yaygınlığının artması beklenirken şairlerin(!) sayısında büyük bir artış sağlandı. Yazıldığı dönem itibariyle Süreya’nın düşüncelerinde tutarsızlık yok tabi ki. Ama üç boyutlu yazıcı, hologram vb. teknolojilerden haberdar olan birinin halen şiirin görüntüye dönüştürülemeyeceğini düşünmesi, içinde bulunduğu çağ ile tutarsızlık içinde olduğunu gösterir.

Teknik, insanın bilgi ve becerisinin pratik bir sonucu olarak tanımlanır. Teknoloji ise bilgi ve becerinin bilimsel sonucudur. Sanatçı pratiğinin yokluğu, sanatçının yokluğu anlamına gelir.  Israrla vurgulanması gereken nokta, teknoloji ile sanatçı pratiğinin ilişkilendirilmesinin zorunluluğudur. Çoğunluğumuz fiziksel olandansa, dijital olandan daha fazla haz duyuyoruz. İnternet zihinsel varlığa dayalı bir dünyanın kapılarını aralarken internet ortamında dolaşan bir şeyin yaratıcısının kim olduğuyla ilgilenmiyoruz; hatta yaratıcısı da kendisinin kim olduğuyla ilgilenmiyor. Şiire duyulan ilgi azlığından veya şiirin artık okunmadığından bahsetmek yerine, klasik anlayışla ve mevcut tanım alanına sadık kalınarak üretilen şiirin konumundan bahsedilmelidir. Sorun bizce, sanatın insandan kopuk olmasında değil sanatçısından kopuk olmasındadır. Teknik yerini, teknolojiye bırakmış ama sanatçı pratiği bu teknolojik alanlarda henüz var olamamıştır. Şiirin teknoloji karşısındaki sıkışmışlığı, teknolojiyi tanım alanının içine almasıyla aşılabilir. Aynı malzemenin eski teknikle işlenmesinden yeni bir sonuç elde edilemeyeceğinden dolayı şiir hem eskiden olduğu gibi dinlenebilir, hem de eskiden olmadığı gibi görülebilir olmalıdır. Sinema tarihine mercek tutulduğunda, sinema tekniğinin nasıl sinema teknolojisine evirildiği rahatlıkla gözlemlenebilir ve buradan yola çıkarak şiir için çıkarsamalarda bulunulabilir. Şiir tekniğini kişi kendi başına öğrenip geliştirebilecekken şiir teknolojisinin pratik dönüşümünü bireysel çabayla başarmak güçtür. Şair hem bu yolda şimdilik yalnız; hem de teknolojiye karşı duyarsızdır.

Emrah Sönmezışık
18 Haziran 2019


Kaynaklar:

(*) Redeker Horst, Edebiyat Estetiği, Kuzey Yayınları, Ankara,1986.

(**) Süreya Cemal,  Televizyon ve Şiir, “Günübirlik”ler, YKY, 2005