Orhan Veli ve Charles Bukowski Şiirinin Benzer ve Farklı Yönleri: “RAKI ŞİŞESİNDEKİ BALIKTAN BİRADAKİ KÖPÜĞE” (Cengizhan Koçyiğit)


RAKI ŞİŞESİNDEKİ BALIKTAN
BİRADAKİ KÖPÜĞE

Orhan Veli ve Charles Bukowski Şiirinin
Benzer ve Farklı Yönleri

Cengizhan Koçyiğit, 2018


Özet

Bu çalışmada; şiir anlayışlarını “her şey şiirin konusu olabilir” ya da “şiir her şeyden oluşur” şeklinde açıklayan Orhan Veli Kanık ve Charles Bukowski’nin kurucusu oldukları edebî topluluklar -Garip Hareketi ve Meat Kuşağı- aracılığıyla görüşlerini nasıl yansıttıkları incelenmiş, şairlerin benzer ve farklı yönleri üzerinde durulmuştur.

Bu benzerlikler ve farklılıklar ele alınırken şairlerin yaşadıkları çevre, dönem ve dâhil oldukları edebî akımlar gibi pek çok etken üzerinde durulmuş, farklı coğrafyalarda yaşayıp benzer duyguları paylaşan iki şairin farklılıklarının yanında benzerliklerinin de olduğu görülmüştür.

Anahtar Kelimeler: Orhan Veli Kanık, Charles Bukowski, Garip Hareketi, Meat Kuşağı


Ön Söz

Bu çalışmada ait oldukları edebiyata dair yeni bir soluk kazandıran Orhan Veli Kanık (1914-1950) ve Henry Charles Bukowski (1920-1994) üzerinde durulmuştur. Bu iki ismin seçilmesinin nedenlerinden biri, şiir görüşlerinin temelini oluşturan: “her şey şiirin konusu olabilir” duruşudur. Bir diğeri ise, her ikisinin de kendi edebî topluluğunu yaratmasıdır: Orhan Veli Kanık (Garip Hareketi), Henry Charles Bukowski (Meat Kuşağı). Dolayısıyla, kendi edebî sahalarında öncü olmaları, benzer şiir anlayışları ve aynı dönemde yaşamaları bu iki sanatçıyı incelememizin başlıca nedeni olmuştur. Aradaki benzerlik ve farklılıkların incelenmesi, iki şairin aynı dönemdeki benzer ve farklı reflekslerinin nedenlerini sorgulamaya götüreceği gibi, iki ayrı kültürün edebiyatı hakkında fikir vermesi bakımından önemlidir.           

İki yazar karşılaştırılırken, yaşadıkları dönem, bulundukları coğrafya da dikkate alınmıştır. Örneğin savaş temasında Bukowski Amerika ve çevresini işlerken, Orhan Veli, Türkiye ve çevresini işlemiştir. Yani yaşadıkları ülkelerin savaş zamanındaki durumuna ve izlenen siyasete kayıtsız kalmamışlardır. Ayrıca bu karşılaştırma yalnızca şairlerin benzer noktaları üzerine yapılmamıştır. İki şairde de göze çarpan farklılıklar başlıklarıyla işlenmiştir.

Karşılaştırmaya giderken iki isim içinde belirlenen temalar:  Gündelik yaşam ve sıradan olan her şeyin şiire girmesi, aşk ve kadın, savaş teması, Müstehcenlik ve argo sigara, puro ve içki, diyaloglar ve hikâye, yerellik.

Bu çalışma, iki şairin yaşam öyküleri ve edebî kişiliklerini içeren “Giriş ”ten sonra “I.Bölüm: Orhan Veli ve Bukowski Şiirinin Benzerlikleri” ile “II. Bölüm: Orhan Veli ve Bukowski Şiirinin Farklılıkları” başlıklı iki ana bölüm ve “Sonuç” ile “Kaynakça”dan oluşmuştur.

Çalışma konusunun belirlenmesinde ve çalışmanın hazırlanma sürecinin her aşamasında bilgilerini, tecrübelerini ve değerli zamanlarını esirgemeyerek bana her fırsatta yardımcı olan değerli hocam Sayın Doç. Dr. Nihayet ARSLAN’a  ve çalışma süresince tezin içeriksel ve biçimsel konuları hakkında yardımını esirgemeyen Sayın Esengül SAĞLAM’a sonsuz teşekkür ederim.


Cengizhan KOÇYİĞİT

11 Eylül 1993’te Bakırköy’de doğdu. İlk ve ortaöğretimini İstanbul’da tamamladı. Çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Bitirme tezi olarak Orhan Veli ve Charles Bukowski şiirinin benzerlik ve farklılıklarını inceledi. Şu an Sanatro (Sanat Röportajları) adında bir proje yürütmekte. Bununla birlikte BMOT ( Beat Meat Okuma Topluluğu) kurucularından biri.


 

GİRİŞ

1. Orhan Veli Kanık’ın Hayatı, Sanatı ve Eserleri

1.1. Hayatı

13 Nisan 1914’te İstanbul’da doğdu. Babası İzmir tüccarlarından Fehmi Bey’in oğlu müzisyen Veli Bey (İzmir, 1881-1953) annesi de Beykoz’un ileri gelenlerinden tüccar Hacı Ahmet Bey’in kızı Fatma Nigar Hanım’dı (İstanbul, 1894-1962). Orhan Veli, Galatasaray Lisesi’nde başlattığı öğrenimini Ankara’da sürdürdü. Bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne devam etti(1932-36). Ankara PTT Genel Müdürlüğü’nde memurluk yaptı. Askerlik görevini tamamladıktan sonra MEB Tercüme Bürosu’nda çalışmaya başladı(1945). Daha sonra “kurumda anti-demokratik bir hava esmeye başladığını” söyleyerek görevinden istifa etti(1947). İlk yazılarını lise yıllarında çıkardığı Sesimiz adlı okul dergisinde, daha sonraki şiir ve şiir yazıları İnsan, Ses, Gençlik, Küllük, İnkılapçı Gençlik dergilerinde yayımlandı. 1947 yılından itibaren çeviriye ağırlık veren Orhan Veli, M. A. Aybar’ın çıkardığı Hür ve Zincirli Hürriyet adlı gazetelerde eleştiriler, Ulus’ta “Yolcu Notları” başlıklı yazılar yayımladı. 1941’de liseden arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday ile birlikte Garip adlı şiir kitabını çıkararak Türk şiirinde yenileşme hareketini başlattı. 1 Ocak 1949 tarihinden itibaren on beş günde bir yayımlanan Yaprak dergisini çıkarmaya başladı. 15 Haziran 1950’ye kadar yayımlanan bu dergiyi parasal güçlükler nedeniyle yayımlayamaz olunca Ankara’dan ayrılıp, İstanbul’a döndü. (Son Yaprak adlı özel bir sayı arkadaşları tarafından yayımlandı.)

Orhan Veli, 1950’de Ankara’da bir kaza geçirdi. Karanlık bir sokakta, belediyece açtırılan, ama çevresine hiçbir işaret ve lamba konulmayan bir çukura düştü. Başı zedelendi. İki gün sonra İstanbul’a geldi. Bundan sonrasını Orhan Veli’nin kardeşi Adnan Veli Kanık şöyle yazdı: “… Vücudundaki sızılardan şikâyet ediyordu. 14 Kasım salı günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçirdi. Hastaneye kaldırıldı. Beyninde damar çatlaması yüzünden başlayan baygınlığının nedeni ilkin hekimler tarafından anlaşılamadı. Alkol zehirlenmesine karşı tedavi yapıldı. Saat 20’de komaya girdi. Bütün gayretlere rağmen kurtarılamayarak Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayata gözlerini yumdu.”

1.2. Orhan Veli’nin Eserleri

Şiir: Garip (1941), Vazgeçemediğim (1945), Destan Gibi (1946), Yenisi (1947), Karşı (1949), Bütün Şiirleri (1951)
Düzyazı: Nesir Yazıları (1953), Edebiyat Dünyamız (1975),Manzum Hikâye: Nasrettin Hoca Hikâyeleri (1949)
Derleme: Fransız Şiir Antolojisi (1947)
Çeviri: A.de Musset’den “Bir kapı ya açık durmalı ya kapalı” (Oktay Rifat ile 1943),Barberine(1944), Moliére’den “Scap’in Dolapları” (1944), “Sicilyalı yahut Resimli Muhabbet” (1944), Tartuffe (1944), Versailles Tuluatı (1944); Gogol’dan Üç Hikâye ( Erol Güney ile 1945); A.R. Lesage’den “Turcaret” (1946), “La Fontaine’in Masalları” (1948); Shakespeare’den  “Hamlet ve Venedikli Tüccar” (Ş.Erdeniz ile 1949), “Batıdan Şiirler” (Oktay Rifat ve Melih Cevdet ile 1953); J.Anouilh’den Antigone(1955); J.P. Sartre’den El Kapısında (1994)

1.3. Garip Hareketi ve Garip Ön Sözü  (1941-1954)

Orhan Veli, kendisinin ve arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in yeni şiir anlayışına göre yazdıkları şiirlerden bir kitap hazırlama düşüncesindedir ve 1941 yılının Mayıs ayında bu düşüncesini gerçekleştirir. Kitabın adı, arkadaşı Cahit Yamaç’ın tavsiyesiyle “Garip” olur. Bu isim, şiir anlayışları ve şiirleri garipsenen bu üçlü için çok uygun düşer. Kitapta Melih Cevdet’in on altı, Oktay Rıfat’ın yirmi bir ve Orhan Veli’nin yirmi dört şiiriyle Orhan Veli ve Oktay Rıfat’ın ortaklaşa kaleme aldıkları iki şiir yer almaktadır. Ön söz yerinde ise Orhan Veli’nin şiir hakkındaki düşüncelerini açıkladığı ve daha önce farklı yerlerde yayımlanmış makalelerinden bir seçme yer almaktadır.[1] Garip Hareketi’nin 1941-1950 yılları arasında sınırlandırılmasının nedeni ise: Ön Söz’ün 1941 yılında yayımlanması ve Orhan Veli Kanık’ın 1950 yıllında vefat etmesindendir. Büyük temsilcisini kaybeden edebiyat hareketi diğer iki şairin de (Oktay Rifat Horozcu ve Melih Cevdet Anday) başka alanlara yönelmesiyle etkinliğini yitirmiştir. Ayrıca Garip Hareketi, Birinci Yeniciler olarak da anılmaktadır.

Garip Ön Sözü’nün neler üzerinde durduğunu şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. Mısracı zihniyete, vezin ve kafiyeye karşı olma
  2. Teşbih ve istiare gibi bütün söz oyunlarına karşı olma
  3. Şiir için ayrı, özel bir şiir dilini reddetme
  4. Şiirde bütün geleneklere karşı çıkma
  5. Tedahüle Karşı çıkma [2]

Bu maddeleri genel olarak açıklamak gerekirse:

1. Mısracı zihniyete, vezin ve kafiyeye karşı olma

Orhan Veli, Garip’in Ön Söz’ünde:

“Bugünkü insan öyle zan ve temenni ediyorum ki, vezinle kafiyenin kullanılışında kendini hayrete düşüren bir güçlük yahut da büyük heyecanlar temin eden bir güzellik bulmayacaktır. Nitekim bu rahatsız edici hakikati görmüş olanlar, vezinle kafiyeye “ahenk” denilen yeni bir şiir unsurunun ebeveyni nazarıyla bakmışlar, bu yeni nimete dört elle sarılmışlar. Bir şiirde eğer takdir edilmesi lazım gelen bir ahenk varsa, onu temin eden şey, ne vezin ne kafiye. O ahenk vezinle kafiyenin dışında da, vezinle kafiyeye rağmen mevcuttur.”[3]

Yukarıda görüldüğü üzere Orhan Veli, şiirde vezin ve kafiyeyle yapılan şeyin ahenk olarak adlandırıldığını söylemektedir. Fakat ahengin sağlanması için yani şiirin uyumlu olması için vezin ve kafiyeye ihtiyaç olmadığını dile getirmektedir. Orhan Veli vezin ve kafiyeyi bazılarının şiir dilinin has yapısı olarak gördüğünü söyler. Hatta bu görüşü dile getirenlerin bazı şiirleri reddederken “konuşma dilini benzemişler” diyerek reddettiğini söyler. Oysa Garip hareketinin ilk yapmak istediği şey bu reddedilen konuşma dilini kazanmaktır.

2. Teşbih ve istiare gibi bütün söz oyunlarına karşı olma

Şiirde mümkün oldukça tabiiliği savunan Garipçiler, tabiatı zekâ ile değiştirdiği için teşbih ve istiareden uzak duruyorlardı. Benzetme edatı olan “gibi”yi şiirlerinde hiç kullanmıyorlardı.[4]

Lâfız ve mâna sanatları çok kere zekânın tabiat üzerindeki değiştirici, tahrip edici hassalarından istifade eder. Bilgisini, terbiyesini geçmiş asırlara borçlu olan insan için bundan daha tabiî bir şey yoktur. Teşbih, eşyayı, olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunu yapan insan acayip karşılanmaz, kendine hiç bir gayri tabiilik isnat edilmez. Hâlbuki teşbihle istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatan adamı bugünün münevveri garip telâkki etmektedir.[5]

Görüldüğü üzere Orhan Veli şiirde teşbihin ve istiarenin okuyucuya çok fazla bir ufuk açamayacağını düşünmektedir. Söylenmek istenen şeyin olabildiğince doğal bir şekilde söylenmesinden yanadır. Yazarın diğer insanlar neyi nasıl görüp anlatıyorlarsa onların da anlatmak istediklerini herkesin kullandığı kelimelerle anlatmasını söyler.

3. Şiir için ayrı, özel bir şiir dilini reddetme

Bu maddeyle ilgili Onur Akbaş:

“Bilindiği gibi Ahmet Haşim’e göre şiir duygulanmak için yazılmalıydı ve şiirin kendine has bir lisanı olmalıydı. Pek çok yönüyle Haşim’in şiir görüşünün karşısında olan Garipçiler, Ahmet Haşim’in bu görüşüne de tam ters bir görüş üzerindeydiler. Basitlik ve saflığın önemini savunan garipçilere göre ‘şiirin hususi bir lisanı yok’tu. Şiir günlük konuşma dili basitliğinde olmalıydı.”

Orhan Veli’nin şiiri sıradanlaştırdığı bir madde gibi dursa da belki de Orhan Veli şiirin tüm tabakalara yayılmasını istiyordu. Her tür duyguyu yaşamak isteyen şiir yazmak için özel bir dile ihtiyacı olmayan herkese seslenme çabası olarak görebiliriz.

4. Şiirde bütün geleneklere karşı çıkma

Bir takım nazariyelerin söylediklerini bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiçbir yeni, hiçbir sanatkârane hamle yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz senelerden beri zevkimize, irademize hükmetmiş, onları tâyin etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların, o sıkıcı, o bunaltıcı tesirinden kurtarabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz. Mümkün olsa da “şiir yazarken bu kelimelerle düşünmek lâzımdır” diye yaratıcı faaliyetimizi tehdit eden lisanı bile atsak. Ancak bu suretledir ki, kendimizi alışkanlıkların sürüklediği gayri tabii inhiraftan kurtarmış; safiyetimize, hakikatimize irca etmiş oluruz.[6]

Orhan Veli, şiirin içinde bulunduğu geleneğin kalıplaşmanın şiire hiçbir ilerleme katmadığı görüşündeydi. Bu durumun şiiri yerinde saydırdığını söylüyordu. Edebiyatın öğrettiği her şeyi atmak zorunluluğunda hissetmektedir Orhan Veli, gelenekten var olandan uzaklaşmanın gerekliliğini söylüyordu. Ve tarihin bu tarz insanları beğenerek andığını dile getiriyordu.

“Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir an’aneyi yıkıp yeni bir an’ane kurarlar. Daha doğrusu kurdukları şey içlerinden gelen yeni bir kayıtlar sistemidir. Ancak ileriki nesillere intikal ettikten sonra an’ane olur. “[7]

5. Tedahüle Karşı çıkma

Ben, sanatlarda tedahüle taraftar değilim. Şiiri şiir, resmi resim, musikiyi musiki olarak kabul etmeli. Her san’atın kendine ait hususiyetleri, kendine ait ifade vasıtaları var. Meramı bu vasıtalarla anlatıp bu hususiyetlerin içinde kapalı kalmak hem san’atın hakikî kıymetlerine hürmetkâr olmak, hem de bir cehde, bir emeğe yer vermek demek değil mi? Güzel olanı temin edecek güçlük herhalde bu olmalı. Şiirde musiki, musikide resim, resimde edebiyat bu güçlüğü yenemeyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değil.[8]

Orhan Veli iki veya daha fazla sanat dalının birbirine karıştırılmasını istemiyordu.  Ona göre her sanatın kendine ait ifade şekli ve özellikleri vardı. Bunlar birbirine karışınca ortadaki değer kayboluyordu. Bu görüş ayrıca Ahmet Haşim’in “Şiirin lisanı söz ile musiki arasında sözden ziyade musikiye yakın…” [9] görüşüne de tepkidir.

2. Charles Bukowski Hayatı, Sanatı ve Eserleri

2.1. Hayatı

Asıl adı Heinrich Karl Bukowski’dir. 1920’de Almanya’da, Andernach’ta doğdu. Üç yaşında Amerika’ya geldi, Los Angeles’ta büyüdü. Annesi Katharina Fett bir Almandı ve kadın terzisiydi, babası ise Polonya kökenli bir Amerikalıydı, askerdi. İkili Birinci Dünya Savaşı sonunda tanışmıştı. Bukowski 2-3 yaşlarındayken ailesi Los Angeles’a taşındı. Los Angeles Lisesi’nden mezun olduktan sonra Los Angeles Üniversitesi’ne kaydolan Bukowski burada edebiyat, gazetecilik ve sanat dersleri aldı, iki yıl sonunda okulu bıraktı. Yazar sadece babasına değil, tüm topluma aldığı karşı tavrı bu dönemlerde filizlendirmişti. Çok küçük yaşta alkolle tanıştı.

Yazmaya başladığı günden itibaren yazılarını yayımlanması için dergilere gönderen Bukowski’nin yazıları hep geri gönderilmiştir.

Ancak 24 yaşındayken Aftermath of a Lenghty Rejection Slip isimli kısa öyküsü yayımlandı. İki yıl sonra bir başka kısa öyküsü olan 20 Tanks From Kasseldown isimli eseri yayımlandı. Bukowski yayıncılık yöntemlerinden hayal kırıklığına uğradı ve neredeyse 10 yıllığına yazmayı bıraktı. Hayatının bu bölümünü ABD’yi gezerek, çeşitli işlerde genellikle kısa vadeli çalışarak ve ucuz pansiyonlarda konaklayarak geçirdi. Hayatının diğer bölümlerinde olduğundan daha yoğun bir tempo ile açlık ile boğuşan ve kadınlarla zaman geçiren Bukowski daha sonra bu yıllarını Factotum isimli kitabında da anlatmıştır. Bu dönemdeki işlerinin kısa vadeli olmasının nedeni de düzen tanımaz kişiliği ve alkol bağımlılığıydı. Bukowski babasına olan nefretini onun aksine bir hayat yaşayarak göstermiş ve bir yazısında da bu yüzden bir hiç olmayı seçtiğini söylemiştir. O babasının aksine olduğu gibi görünen ve bir şey olmamayı hedefleyen birisi olarak kazandığı paraya önem vermiyor ve barlarda günü birlik bir hayat sürüyordu. Zengin Amerikalı kadınlarla ilişkiye girdiği dönemlerde onlara kaba dahi davransa etkiliyor onların evlerinde yaşamaya başlıyor ama bir türlü o hayata adapte olamayarak eski hayatına geri dönüyordu ki 1969’da da bunu, aç kalmayı seçtiğini söyleyerek ispat etmiş oluyor adeta. Ayrıca ömrünün çoğu denilebilecek kısmını da hipodromlarda geçirmiş ve bundan yazılarında sık sık söz etmiştir. 1950’lerin başında Bukowski, iki yıldan az bir süre ABD Posta İdaresi’nde posta kuryesi olarak çalıştı. 1955’te ölümün ucundan döndüğü alkol komasından dolayı hastaneye kaldırıldı. Taburcu olduktan sonra bir daktilo satın aldı ve şiir yazmaya başladı. 1957’de Barbara Fry ile evlendi fakat 1959’da boşandılar. Bukowski, şiir yazmaya ve içki içmeye devam etti ve sonra Los Angeles’taki postaneye geri döndü. 1965’te hiç evlenmediği Francis Smith’ten bir kızı oldu. 1969’da Black Sparrow Yayınevi’nden ömür boyu 100 dolar maaş teklifini alınca postaneden ayrıldı. Bir mektubunda şöyle bir açıklaması vardı; “İki seçenekten birini seçmek zorundaydım: Posta ofisinde kalıp delirmek ya da yazmaya oynayıp açlıktan ölmek. Ben aç kalmayı seçtim.” Posta ofisini bırakalı bir ay olmadan Postane ismindeki ilk romanını bitirdi. 1976’da Bukowski, Linda King ile tanıştı. İki yıl sonra birlikte Los Angeles’ta bir liman şehri olan San Pedro’ya taşındılar. Bukowski ve Beighle 1985’te evlendiler. Bukowski, Pulp romanını henüz bitirdikten sonra 9 Mart 1994’te 73 yaşındayken omurilikten yayılan lösemi sebebiyle San Pedro, Kaliforniya’da öldü. Bu tip bir hayat yaşadığı için birçok kez tutuklanmış, dayak yemiş olan Bukowski hayatı, özgün dili ve tarzı ile Amerikan edebiyatına damgasını vurmuş, Türkiye’de ise ilk kez Sokak Dergisi’nde çıkan öyküleri ile tanınmıştır.

2.2. Charles Bukowski’nin Eserleri

Şiirleri:  Pansiyon Manzumeleri, Sarhoş Çal Piyanoyu Vurmalı Çalgı Gibi Parmaklar Biraz Kanamaya Başlayana Dek, Kapalı Bir Kapıdır Cehennem, Gülün Gölgesinde, Bir Tek Ben Miyim Böyle Yaşayan, En İyi Adamlar Yalnızken Güçlüdür, Kaybedenin Önde Gideni, Kendimizde Açtığımız Yaralar, Gece Çılgın Ayak Sesleriyle Yırtıldı, En Kısa Andır Mucize, Kimse Bilmez Ne Çektiğimi, Suda Yan Ateşte Boğul
Hikâyeleri: Ekmek Arası, Factotum, Kasabanın En Güzel Kızı, Büyük Zen Düğünü, Pis Moruk İtiraf Ediyor – Şarap Lekeli Defterden Bölümler, Sıradan Delilik Öyküleri, Ölüler Böyle Sever, Güneşe Uzan Güneş İşte Buradayım, Sıcak Su Müziği, Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi, Kahramanın Yokluğu
Romanları: Postane, Kadınlar, Pulp, Hollywood, Pis Moruğun Notları

2.3. Charles Bukowski ve Meat Kuşağı

Bukowski bu kuşağın kurucusu ve isim babasıdır. Onun gibi yazan yazar ve şairlere bu ismi vermiştir. Şenol Erdoğan, Charles Bukowski ve Meat Kuşağı kitabında Meat şairleri ve görüşleri şöyle yansıtılır.

“Can alıcı konularda yazdıkları için bu adı alan “Meat” şairleri Charles Bukowski ve Douglas Blazek ile başlamış ve teksir devrimi sayesinde popülaritesi hızla artmıştı. Meat şairleri için hiçbir şey kutsal değildi. Şiir her şeyden oluşurdu. Erotizm, küfür, uyuşturucu, ırk, hapishane, hepsi aynıydı. Her şey ama her şey şiir sayılırdı. Bukowski önderliğindeki Meat şairlerinin amacı şiir dilini “gevşetmek” idi.  İçerik biçimden önce geliyordu. Bizim bildiğimiz anlamda uyak ve kafiye küçümseniyor, önemsenmiyordu. Blazek ve benzerleri Bukowski ve Meat ekolünden ayrıldı, ama hala yüzlercesi Bukowski’yi taklit etmektedir. “[10]

Görüldüğü gibi Bukowski yaşadığı hayatı yazılarına şiirlerine yansıtıyor. Bunun yanı sıra yazarlar için önemli olan tecrübe ve birikimi sağlaması Bukowski’yi ayrıcalıklı bir yere koyuyor. İlk şiirlerini otuz beş yaşında yazması, onun yazarlık adına bazı şeyleri sağlam bir temele yansıttığını gösterir. Mustafa Ziylan Bukowski’nin şiiri hakkında şunları söyler:

“Bukowski’nin şiiri kötü olmaktan korkmayan bir şiir; şiirleri çoğunlukla sanki birden yazılıp da elden geçirilmemiş, doğaçlama işler gibi; bence sıklıkla da düpedüz kötü. Kimileyin dizelerini rastlantısal biçimde böldüğünü, büyük harfleri, noktalama imlerini rastlantısal biçimde kullandığını da düşünüyorum. Bu çevirileri yaparken biraz da bu nedenlerle kimileyin denemek amacıyla da olsa caz geleneğindekileri andıran doğaçlama oturumlar yaptığım oldu. Kötüden, kötü şiirden korkmadım. Rastlantılara gelince: Hiçbir zaman sırt çevirmedim onlara.”

Mustafa Ziylan’ın açıkladığı bu hususları Garip şiirine simüle ettiğimizde de arada büyük farklar görmeyiz bu anlamda Garip ve Meat kuşağının aslında ne kadar birbirine benzediğini görüyoruz.


I. Orhan Veli ve Bukowski Şiirinin Benzerlikleri

I.I Gündelik Yaşam ve Sıradan Olan Her Şeyin Şiire Girmesi

Orhan Veli Garip ön sözünde de belirttiği poetik tavra uygun olarak şiirine gündelik yaşamı, sıradan insanın hayatını, gündelik dertler gibi birçok konuyu işlemiştir. Orhan Veli’nin şiire getirdiği bu durumu divan edebiyatının son yıllarına benzetebiliriz divan şairleri de geleneksel kalıpları olan divan şiirine sıradan, gündelik yaşamı şiirlerine sokmuşlardır.

Sıradan olan her şeyi anlatan şiirleri ise:  Kitabe-i Seng-i Mezar I-II-III, İnsanlar, Montör Sabri, Efkârlanırım, Sicilyalı Balıkçı.

Sıradan olanın şiire girmesi, şiire her şeyin konu edilmesi denilince şüphesiz akla ilk gelen şiir Kitabe-i Seng-i Mezar şiirleridir. Nasır adeta şiirin rahatsız edici bir unsuru olarak karşımıza çıkar. Fakat bu rahatsız edicilik Orhan Veli’nin yıkmak istediği kalıplara karşı çıkardığı bir rahatsız ediciliktir. Çünkü Orhan Veli bu durumu yadırgamaz ve yapmak istediği değişimde sınırları ne kadar zorlayacağını gösterir. Şiirin incelmesine geçmeden önce, şiirin isminin de üzerinde kısaca durmak gerekir. “Mezar taşı yazısı” anlamına gelen kitabe-i seng-i mezar, aslında Orhan Veli’nin poetikasının bir manifestosu olarak karşımıza çıkar. Şiir hem başlığıyla hem bütünüyle bu işlevi görür. Şiire bakacak olursak:

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada/Nasırdan çektiği kadar/Hatta çirkin yaratıldığından bile/o kadar müteessir değildi/kundurası vurmadığı zamanlarda/anmazdı ama Allah’ın adını/Günahkâr da sayılmazdı/Yazık oldu Süleyman efendiye[11]

Görüldüğü üzere Orhan Veli şiire nasırlı bir adamı almıştır. Şiirimizin başkahramanı Süleyman Efendi’dir. Süleyman Efendi toplumun alt tabakasından diyebileceğimiz bir insan profili çizer. Bu şiirler ilgili Vedi Aşkaroğlu şu yorumu yapar:

“Klasik trajedide  “değiştirilemez”  bir çevre ya da yazgı ve bu yazgının karşısında kendini “güçlü” sanan bireyin kaçınılmaz düşüşünden kaynaklanan bir tür dehşet ve korku duygusu bulunur.  Kendi kaderine razı olmayı reddeden,  kayıtsızlık içine girmeden yel değirmenlerine karşı hem kendisi hem de toplum adına gözü kapalı savaşmaya girişen, Ancak görünürde durağan bir kozmos karşısında kıyıma uğrayan bir bireyin yenilgisidir trajedi. Süleyman Efendi,  görünürde durağan bir evrenin kıyıma uğrattığı insandır.  Hayata karşı bir duruş sergilemiş olmasına rağmen artık sadece kayıtsızlığa düşmüş birisidir. Zaten yapabileceği başka bir şey de yok gibidir.”[12]

Kitabe-i Seng-i Mezar’ı trajedik bir metin olarak inceler.  Ve Süleyman Efendi’nin yenilgiye uğrayan bir insan olduğunu dillendirir.

Kitabe-i Seng-i Mezar II de ise:

Mesele falan değildi/ To be or not to be kendisi için/bir akşam uyudu/uyanmayıverdi/aldılar götürdüler/yıkandı namazı kılındı gömüldü/duyarlarsa öldüğünü alacaklılar/haklarını helal ederler elbet/alacağına gelince/alacağı yoktu zaten

Şiirin bu kısmında isme Süleyman Efendi’nin hayata veda ettiğini görüyoruz. Alacaklıları olduğunu ama alacağı olmadığını görüyoruz. Ölümü anlatılan bir adamın ilk önce nasırdan neler çektiği sonra maddi olarak alıp verecekleri bununla paralel manevi çöküntüsünü anlatılıyor. Fakat önceliklerin değiştiğini görüyoruz. Süleyman Efendi’nin karısı çocuğu çocukluğu mutluluğu işlenmeyip onun yaşadığı olumsuzluklar işleniyor. Şiir bu anlamda da bir ah vah ve ağıt gibidir.  “Mesele falan değildi/ To be or not to be kendisi için” aslında şiirin başındaki bu cümleler Süleyman Efendi için yaşamın yaşamda bir yer edinmenin kendisi için çok da önemli şeyler olmadığının bize verildiği yerlerdir. Olmak ya da olmamak Süleyman Efendi için bir kaygı bir dert değildir. Şiirin bu iki mısrasıyla ilgili Vedi Aşkaroğlu şunları söyler:

“Burada artık yüce ülküler peşinde koşan bir insan bulunmamaktadır. Atıfta bulunulan bir diğer trajedi ise Shakspeare’in Hamlet’idir.  Hamlet,  yaşadığı olayların trajik niteliği karşısında,  evrendeki hem kendisinin hem de genel olarak tüm insanlığın varoluşsal durumunun elemli,  acı veren yanını sorgulamaktadır.  Hayatın anlamına dair sorular sormaktadır.  Ölümün karşısında insanın sonlu hayatının hiçliğinin çaresizliğinde yüzmektedir.  Böylesine üst düzey hayat algısının karşısında,  trajik kahramanlara özgü çatışmalar, kadere karşı çıkışlar, her insanı ilgilendiren ölümün karşısında Tanrısal yazgıya başkaldırı, artık modern insanın yaptığı, yapabildiği, yapmaya imkânının olduğu bir eylem değildir. Süleyman Efendi bu tasalardan uzak bir hayat süren basit bir insandır.”[13]

Ayrıca Süleyman isminin seçimi de bizi Kanuni Sultan Süleyman’a götürür. Orhan Veli belki de şiirde yapmak istediği değişimi her anlamda bize yansıtmak istemiştir. Onun için Üç kıtaya hükmetmiş bir padişahın adına, nasırıyla dertleri olanı alacaklıları olan kişiye Süleyman adını vermiştir.

Kitabe-i Seng-i Mezar’ın son kısmı ise şöyledir:

Tüfeğini depoya koydular/Esvabını başkasına verdiler/Artık ne tornasında ekmek kırıntısı/ ne matarasında dudaklarının izi/ öyle bir rüzgâr ki/kendi gitti/ismi bile kalmadı yadigâr/yalnız şu beyit kaldı/ “ölüm Allah’ın emri, “Ayrılık olmasaydı”

Şiirin ilk parçasında Süleyman Efendi’nin yaşarkenki durumunu görüyoruz, nasırını, fiziksel özelliğini, ikinci kısımda dünya ile ilgili görüşlerini yaşama bakış açısını ve son kısımda ise artık dünyadan göçtüğünü ve ondan geri kalanlara neler olduğunu görüyoruz.

“Orhan Veli Kanık,  ilk evrede yazmış olduğu  “Kitabe-i Seng-i Mezar”lara bu evrede bir yenisini ekler Bu dizi şiirin üçüncü bölümündeki figür,  bir askerdir.  Şair,  onun silik ve tekdüze geçmiş olan hayatını,  geride bıraktığı nesnelerin simgesel aracılığıyla dile getirir:”[14]

Görüldüğü gibi Kitabe-i Seng-i Mezar şiirleri Orhan Veli’nin sıradanı tüm yönleriyle ele aldığı bir şiirdir. Ve bu durum şiir görüşüne uygun bir şekilde aktarılmıştır. Orhan Veli’nin sıradan yaşamı işlediği diğer şiiri Montör Sabri’dir.

Montör Sabri ile/ daima geceleyin / ve daima sokakta/ ve daima sarhoş konuşuyoruz/ o her seferinde / “eve geç kaldım ”diyor/ ve her seferinde/ kolunda iki okka ekmek

Şiir, geceleyin birbirine rast gelen iki sarhoş insanın kısa bir diyalogundan oluşuyor. Montör Sabri ki şiirimizin ana karakteri, eve geç kaldığını söylüyor. Günlük yaşamda bir insan içki içip sarhoş olduğunda nasıl ki evini varsa eşini ve çocuklarını düşünüyorsa ve eve erken gitme içgüdüsü yaşıyorsa Montör Sabri’de bu durumu yaşıyor. Sabri’ye rast gelen kişi ise muhtemel kuvvetle Orhan Veli’nin kendisidir. Bu şiiri Mehmet Sel takma adıyla yazmıştır Orhan Veli. Şiiri takma adla yazması bu kişinin gerçekliğini de arttırmıştır. Çünkü şair takma ad kullanmanın rahatlığıyla kendini daha güvenli hissederek davranmıştır. Ayrıca şiirde bahsedilen kişinin bir tesisatçı olması da Orhan Veli’nin şiire her tip insanı aldığının başka bir göstergesidir. Melih Cevdet bu şiir için şunları söylüyor:

“Orhan Veli, fakir fukara ile boyacılarla, garsonlarla, işçilerle gerçekten dostluk ederdi. Harpten önce bir gün fakir bir işçi ile tanışmıştık: Montör Sabri. Sarhoştu, koltuğunda iki okka ekmek vardı. Boyuna evine geç kaldığından bahsediyor, ama bir türlü evinin yolunu tutamıyordu. Ertesi gün Orhan ‘Montör Sabri’ şiirini yazdı. Geçen yıl Orhan’ı bir lokantada gördüm. Yanında ayağı kesik bir adam vardı. Tatlı bir muhabbete dalmışlardı. Orhan beni görünce Montör Sabri’yi tanımadın mı? Dedi.[15]

Orhan Veli görüldüğü gibi sıradan konuları sıradan insanları sıradan dertleri şiire konu etmiştir. Bunu yaparken seçtiği kişileri yalnızca yurtiçinden de seçmemiştir. Örneğin, Sicilyalı Balıkçı şiirinde bir balıkçıdan bahseder ve o balıkçının onu tanımadığını ondan haberi olmadığını şöyle anlatır:

Bu dünyadan Mehmet Ali Sel isminde bir şairin/gelip geçtiğini bilmeksizin

Orhan Veli’de sıradan insan yukarıdaki örnekler gibi işlenirken Charles Bukowski ’de durum bundan pek farksız değildir. Bukowski, tüm bu gündelik yaşam, sıradanlığın yanında itilmiş insanları, serserileri, delileri de anlatmıştır. Ayrıca Bukowski hem sıradanlığına hem deliliğe hem serseriliğe kendini katarak vermiştir. Şiirinde hep kendisinin yaşadığını görürüz.

Bukowski’nin sıradanlığı anlatan şiirleri: trafik, duygu meselesi, karanlığa girmek ve çıkmak, tuhaf bir gün sabahlar, arabamı yıkattım, satış yok, hipodromun otopark görevlisi dostum, ilerleme, kentsel savaş, rahmetli olmuş bir jokeyin anısına, santiogo’lu çocuk, olasılıkların parıltısı.

Bu şiirler arasında üzerinde duracağımız ilk şiir o sabahlar şiiridir. Şiir bize Orhan Veli’nin Kitabe-i Seng-i Mezar şiirini anımsatır. Fakat bu anımsatma şiire konu edindikleri şeydir. Yani Orhan Veli nasırlardan bahsederken Bukowski bu şiirinde sıçanlardan bahseder. İkisi de sıradan ve kaba olan şeyleri şiirlerine konu edinmiştir.

…New Orleans sıçanlarını/birkaç iri sıçan mutlaka olurdu…/sonunda helanın kapısı açılır kiracılardan biri dışarı çıkardı/ve sıçanlardan daha berbat görünürdü

Bir insanın sıçandan daha berbat görünmesi Bukowski’nin okuyucusuna bunu sunması sınırları ne kadar zorladığının bir göstergesidir. Çünkü Bukowski olanı olduğu gibi anlatmayı tercih eder ve bunu yaparken sanatsal bir kaygı duymaz.  Bukowski şiirinde yine Orhan Veli gibi sıradan insanları da anlatır. Olasılıkların parıltısı şiirinde birkaç haftadır görmediği bir otopark görevlisinden bahseder.

Otopark görevlisi Bobby komik/çocuktu, nüktedan, güleç/kendine özgü, başkalarını güldürmekte başarılı/canım sıkkın olduğunda moralimi yükseltirdi/üç hafta görmedim onu, diğer/ görevlilere sordum, kimi bilmiyordu/kimi uyduruyordu

Şiirin ilerleyen kısımlarında bu çocuksu güleç adamın değişimini görüyoruz. Bir bakıma Orhan Veli’deki Süleyman Efendi Bukowski’de karşımıza Otopark görevlisi Bobby olarak çıkıyor.

Yanına gittim, beni/tanımış gibi geldi bana/”buraya gelirken trafik anamı ağlattı, üç saatte gelebildim! Dedi/ gülmüyordu, kilo almıştı/birden kemerinin tokası/ açıktı bağladım/tokasını üç günlük sakal vardı yüzünde saçları/kırlaşmış yüzü kırışmıştı/yirmi yıl yitirmişti üç haftada

Bukowski’nin sıradan insanı anlattığı diğer bir şiiri ise Satış yok’tur. Burada ağaç satan Ed anlatılır. Bukowski olayın içendedir ve hatta Ed’e yardım eder. Ve bu yardımı karşılığında bir içki bile alır.

Noel’e bir hafta vardı/koca Ed ağaç satıyordu dışarda/Ed içeri girdi/bana baktı Ed/ “Hank, sen çık bak şu ağaçlara biraz alıcı çıkarsa bana haber verirsin” /… Ağaçların yanına dikildim/yirmi dakika geçti/Koca Ed dışarı çıktı/”ilgilenen oldu mu?”/ “hayır Ed”/ “sen içeri gir, Billy Boy’a sana benden bir içki vermesini söyle”

Hipodromun otopark görevlisi dostum şiirinde ise Bukowski, Frank adında bir otopark görevlisinden ve aralarındaki diyalogdan bahseder. Hipodroma giden ve dönüş için arabasını getiren bir görevli ile geçen bir konuşmadır bu şiir.

…arabamı gazlayıp önüme getirdi, sekiz yıllık/motoru ısıtmak amacı ile gaza iyice/yüklendikten sonra fırladı arabadan:/ “nasılsın güzelim?”/”hayat şah damarıma basmış bıçağı, Frank, beyaz bayrağı çekmek üzereyim”/ “yapmazsın sen öyle bir şey, benim liderimsin!” / “çok daha iyi bir lider bulabilirsin kendine Frank…”

Görüldüğü gibi iki isminde de günledik yaşam, sıradanlık şiirin konusu olmuştur. Ve iki isim de bunu yaparken gözlemci konumundadır.  Ayrıca bu şiirler poetikalarının temelleri olan “Şiire her şey konu edinebilir”in gerçekçi örnekleri olarak karşımıza çıkar.

I.II Aşk ve Kadın

Orhan Veli şiirinde aşk ve kadını anlatırken şiir anlayışına bağlı olarak işlemiştir. Bu durumla ilgili:

“Gerek evrensel gerekse yerel anlamda yüzyıllar boyunca şiirin en sık işlenmiş teması olan aşkın,  Garipçilerin eserlerinde de yer alması doğal bir durumdur.  Bununla birlikte,  aşkın bir beşerî bir olgu olarak ele alınış tarzı ile bu olguyu yaşayan ve yaşatan figürlerin tipolojik konumları ve davranış biçimleri ile Garip şiirindeki yeri oldukça farklı özellikler göstermektedir.  Garipçiler,  aşk gibi coşkun bir duygusallığa ve dolayısıyla bireysel bir duyuşa dayanan bir temayı dahi işleyişte poetikalarının gerektirdiği sınırlar içinde kalmışlar,  onu nesnel gerçekliğin içinde kabul etmişler ve toplum hayatının bir parçası olarak değerlendirmişlerdir.”[16]

Orhan Veli’nin bu konuyu işleyen şiirleri ise: Pazar akşamları, aşk resmi geçiti, söz, eski karım, dedikodu, sevdaya mı tutuldum? şoförün karısı, quantitatif.

Üzerinde duracağımız ilk şiir Sevdaya mı tutuldum: Şiir aşık olan birinin neler hissettiği üzerine kuruludur. Burada ayrıca üzerinde durmamız gereken kısım verilen tepkilerin aşık olan herkes tarafından verilen sıradan tepkiler olması ve şiire salata gibi bir kelimenin alınması bu durum aslında Orhan Veli’nin şiir anlayışına bağlı kaldığının da bir göstergesidir. Bununla ilgili:

“Aşkın tema edinildiği bu şiirde  “salata”  gibi aykırı görülebilecek bir sözcüğün kullanılması dikkat çekicidir.  Şairin bu sözcüğü kullanması,  Garip poetikasıyla da uyum içinde olduğunu gösterir ve aynı zamanda söz konusu temanın işlenegelişindeki yerleşik bakış açısına ve üslûba bir tepkidir.  Bir başka deyişle,  aşkın, günlük dile ait sözcüklerle de ve yalın duygularla da ifade edilebileceğini gösteren paradoksal bir düşüncenin ürünüdür.”[17] der.

“Benim de mi düşüncelerim olacaktı,/  Ben de mi böyle uykusuz

Kalacaktım,/  Sessiz,  sedasız mı olacaktım böyle?/  Çok sevdiğim

Salatayı bile/Aramaz mı olacaktım?/ Ben böyle mi olacaktım?”

Pazar akşamları şiirinde ise Orhan Veli sevdiği bir kadına kavuşamadığından bahseder. Bu kavuşamamanın nedeni ise içinde bulunduğu ekonomik durumdur. Fakat her şey düzeldiğinde ise bu aşkın son bulacağından bahseder.

“Şimdi kılıksızım, fakat! Borçlarımı ödedikten sonra,/İhtimal bir kat da yeni esvabım olacak//Ve ihtimal sen/Yine beni sevmeyeceksin.” “Bununla beraber pazar akşamları!  Sizin mahalleden geçerken,/  Süslenmiş olarak,/  Zannediyor musun ki ben de sanal Şimdiki kadar kıymet vereceğim?”

Hakan Sazyek bu şiirler ilgili, şiirin toplumsal bir yönünün olduğunu, aradaki farkın ekonomik durum çözülse bile kapanmayacağını söyler.

“Orhan Veli Kanık’ın ilk şiirlerinden  “Pazar Akşamları”nda sevgisine karşılık göremeyen âşık,  bunu kendi yoksulluğuna bağlar. Bununla birlikte,  ekonomik sorunlarını çözdükten sonra da aşkının karşılıksız kalacağını bilmektedir.  Çünkü bu sonuçta önemli etkenin sınıf farklılığı olduğunun idrakindedir:”[18]

Orhan Veli şiirinde evrensel bir konu olan aşkın standart bir biçimde inceler. Ancak Şoförün karısı şiirinde bu standartlık erotizme doğru gitmiştir. Hakan Sazyek bu durumu şöyle açıklar:

“Orhan Veli Kanık’ın,  “Şoförün Karısı” adlı şiirinde,  aşkı, romantik duygulardan sıyırarak erotizme dayalı bir gönül ilişkisine dönüştürme eğilimindeki kadın figür evlidir.  Bu özelliğiyle de ahlaki değerlere karşı çıkışın simgesi durumundadır. Ancak,  “Söz “de yerleşik değer yargılarını sarsmayı amaçlayan erkeğin cesur ve köktenci tutumu,  yerini bu kez toplumun belirleyici sınırları içinde kalmaya çabalayan bir kişiliğe bırakır. Tabiî, bunu, ahlâkı önceleyen idealist bir tutumdan çok,  bencil kaygılardan kaynaklanan bir davranış biçimi olarak nitelendirmek daha doğru olur.”[19]

“Şoförün karısı,  kıyma bana;/El etme öyle pencereden,/  Soyunup

Dökünüp;/Senin,  eniştende gözün var/Benimse gençliğim

Var; Mahpuslarda çürüyemem;/Başımı belâya sokma benim Kıyma bana.”

Eski karım şiirinde ise, eski karısını özleyen bir adam olarak karşımıza çıkar Orhan Veli.

“Nedendir,  biliyor musun;/Her gece rüyama girişin,/Her gece şeytana uyuşum,/Bembeyaz çarşafların üstünde;/Nedendir,  biliyor musun?/Seni hâlâ seviyorum,  eski karım.//Ama ne kadınsın,  biliyor musun?”

“Aşkın,  basit ve kısa süreli bir gönül eğlencesine dönüşmesinin bu evredeki en belirgin örneği,  “Dedikodu “dur. Orhan Veli Kanık, bu şiirinde söz konusu tarzdaki ilişkiyi oldukça çapkın anlatıcı figüre birçok kadınla birlikte yaşatır.  İstanbul’un sosyal hayatının zenginliğini yansıtan değişik mekânlarda yaşanan bu ilişkiler,  bilmezden gelmeye dayalı ironik bir anlatımla aktarılır:”[20]

“Kim söylemiş beni/Süheylâ’ya vurulmuşum diye?/  Kim görmüş,

Ama kim/Eleni’yi öptüğümü,/Yüksek kaldırımlarda güpegündüz?/

Melâhat’ı almışım da sonra/Alemdara gitmişim öyle mi?/./Ya o

Muallâ’yı sandala atıp, / Ruhumda hicranm’ı söyletme hikâyesi?”

Dedikodu şiiri Orhan Veli’nin aşkı anlattığı en eğlenceli şiirlerinden biridir. Okuyucu şiiri okurken yüce olan aşka ironik biçimde bakan bir şairi görünce aşk duygusunun da çok yönlülüğünü görür.

Charles Bukowski ‘de aşk ve kadın konulu şiirler ise:  karanlığa girmek ve çıkmak, harikulade gözlü adam, 21.yüzyıla doğru ilerlerken, her dakika bir kahkaha, kaya parçası, arabamı yıkattım, hatalı, itiraf,  Edward Sbragia, kafeste gezinti, bitik, hastalık, ilerleme, siyah-beyaz şipşak fotoğraf misali acı.

Bukowski şiirinde aşk ve kadın konusunda iki farklı yol izlemiştir diyebiliriz. Bu yollar: 1-Karısından bahsettiği şiir 2-diğer kadınlar şeklinde ayırabiliriz. Buradaki diğer kadınlar karşılaştığı herhangi bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır.

I.III Savaş Teması

Garip hareketi ilk ürünlerinin verdikten iki yıl sonra 1939 yılında Almanlar Polonya’yı işgale başladılar. Bu olay 1945’e kadar sürecek olan İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı sayılmaktadır. Bu savaş tüm dünyayı etkilediği gibi Türkiye’yi de etkiler ve siyasi, sosyal, kültürel anlamda sarsıntılar yaşatır. Orhan Veli ve diğer Garipçiler (Oktay Rifat Horozcu ve Melih Cevdet Anday) bu durumu eleştirirler. Orhan Veli savaş karşıtı bir tutum izler. Fakat bu tutumu dillendirirken net bir politik ifadeye yer vermez bunu ironi ve kara mizah diyebileceğimiz türde yapar.

Savaşı anlatan, eleştiren şiirleri ise;  Harbe Giden, Festival, Cımbızlı Şiir, Karanfil, Tereyağı, Gangster, Bir Roman Kahramanı.

Orhan Veli’nin savaş karşıtı tutumunu Tereyağı ve Gangster şiirinde görmekteyiz.

“Hitler amca!/  Bir gün bize de buyur./  Kâkülünle bıyıklarını/

Anneme göstereyim./  Karşılık olarak ben de sanal Mutfaktaki

Dolaptan aşırıp/ Tereyağı veririm/ Askerlerine yedirirsin.”

 

“(Hitler kendini edebiyata verecek)

Şiir yazdım bunca senedir, /Ne buldum? /Eşkıyalık edeceğim bundan sonra.

Haberi olsun yol kesenlerin: /İş yok artık kendilerine /Dağ başlarında.

Mademki ekmeklerini alıyorum /Ellerinden,/Buyursunlar onlar da benim yerime.

Münhal var edebiyat âleminde.”

Orhan Veli’nin bu şiirini yorumlarken öncelikle üzerinde durulması gereken şey şiirin başlığıdır. Gangster kelime anlamı olarak: Haydut, çeteci, eşkıya gibi anlamlara gelmektedir. Orhan Veli’nin şiirinde bu başlığı koyması tesadüfi bir seçim değildir. Özellikle savaşı başlatan tarafın Hitler olduğunu düşünürsek. Hitleri bu dünyanın eşkıyası olarak gördüğü yorumunu bile yapabiliriz. Bizce değinilmesi gereken diğer bir husus dönemin siyasilerinin de savaş karşıtı olmasıydı. Genç Cumhuriyeti savaşa sokmak istemeyen siyasiler belki de dönemin yazarlarına savaşı işleme eleştirme konusunda cesaret sağlamıştır, diyebiliriz.

Savaşı konu edinen üzerine durulması gereken diğer bir şiir ise Garip Hareketi’nin ikinci evresinde(1937-1941) yazılan festival şiiridir. Hakan Sazyek bu şiir ve bu evreyle ilgili şunları söyler:

Garipçilerin,  hareketin ilk evresinde sıkça işledikleri bu tema, ikinci evrede oldukça geri plânda kalır.  Üç şairin de bu sırada askerlik görevlerini yapmakta oluşları,  daha önce ironik bir tutumla dile getirdikleri savaşla ilgili düşünceleri şiirlerinden uzaklaştırmalarına yol açmıştır,  denilebilir.  Söz konusu temanın bu evredeki tek örneği, Orhan Veli Kanık’ın  “Festival” adlı şiiridir.  Şiirde,  savaş,  ülkede yarattığı yoksullaşma bakımından,  dolaylı olarak yer alır.  Önceki şiirlerde oldukça belirgin olan ironik tutum ise silik bir biçimde hissettirilmektedir:[21]

“Ekmek karnesi tamam ya,/Kömür beyannamesi de verilmiş;/

Düşünme artık parasızlığı;/Düşünme yapacağın yapıyı;/El tutar,

Ömür yeter;/Yarına Allah kerim; /Dayan hovarda gönlüm!”

Orhan Veli konuyu işlerken direkt bir söyleyiş yerine dolaylı bir söyleyişi seçmiştir. Şiirindeki bu mizahı, ironiyi güldürürken düşündürmeye iten bir fikir olarak görmek çok yanlış olmaz.  Ayrıca Harbe Giden ve Karanfil şiirlerinde Orhan Veli’nin savaşta ölen insanlar için üzüldüğünü, kendini bu savaşın içinde bulanların sağ salim dönmesini istediğini görmekteyiz. Harbe Giden şiirinde:

Harbe giden sarı saçlı çocuk! / Gene böyle güzel dön; /

Dudaklarında deniz kokusu/ Kirpiklerinde tuz; /

Harbe giden sarı saçlı çocuk! (Mayıs 1940)

Karanfil şiirinde ise;

Hakkınız var, güzel değildir ihtimal/ Mübalağa sanatı kadar

Varşova’da ölmesi on bin kişinin/ ve benzememesi

Bir motörlü kıtanın karanfile/ “Yârin dudağından getirilmiş” (Eylül 1939)

Orhan Veli’de bu çerçevede ele alınan savaş teması Charles Bukowski’de benzer ölçüde ele alınmıştır. Charles Bukowski de savaş karşıtı bir tutum izlemektedir ve savaşın insanları yok ettiğin, yıkıcı bir güç olduğu üzerinde durmuştur. Bukowski’nin Orhan Veli’den bu konuda ayrılan bazı yönlerini unutmamak gerekir, bunlardan ilki Bukowski’nin yaşamını sürdürdüğü ülkenin (ABD) savaşa katılmış olması. İkincisi Bukowski’nin askere gitmemiş olması askere gitmemesini Bukowski, kendi hakkında çekilen belgeselde şöyle anlatıyor.

ABD 1941 yılı Aralık ayında İkinci Dünya Savaşı’na girdi. Bukowski 21 yaşındaydı.

X – Askere gittiniz mi?

Hank – Hayır.

X – Gitmemeyi nasıl başardınız?

Hank – Psikiyatrist beni almadı. Savaş’a inanıyor musun dedi ben de “hayır” dedim.

Görüldüğü gibi Bukowski’nin içinde bulunduğu durum savaşı kabul eden bir insandan çok onun yarattığı yıkımların farkında olan biri olduğunu göstermektedir. Ayrıca Orhan Veli’den çok daha uzunca yaşaması (Orhan Veli ö.1950-Bukowski 1994) yani soğuk savaş dönemini, Vietnam’ı ve o dönemdeki birçok gelişmeyi canlı olarak gözlemlemesine neden olmuştur. Ayrıca üzerinde durulması gereken diğer bir husus Bukowski’nin Amerika’da olmasıdır. Siyasi açıdan dünyanın süper gücü sayılan bir ülkeye mensup olması onun için çok bir şey ifade etmiyor gibi görünse de ülkenin üstlendiği misyon askeri alanla genişletildiği için bundan her vatandaş gibi Bukowski de rahatsızlık duyup savaşa bir antipati kazanmıştır.

Savaşı anlatan, eleştiren şiirleri ise: …Ah genç olmak 1942’de, Öğrenir İnsan, kendimizde açtığımız yaralar, bekleyiş, sen biliyorsun ve ben biliyorum ve onlar biliyorlar.

Bu şiirler arasında ilk değineceğimiz şiir kuşkusuz Kitlelerin Dehası şiiridir. Şiir Bukowski’nin en bilinen şiirlerinden biridir.  Şiir zıtlıklar üzerine kurulu gibidir. Herhangi bir şeyi isteyenlerin o şeyin tam tersini istediğini ya da ona ihtiyacı olduğunu ve ya karşısında olduğunu anlatır Bukowski.

Ve son olarak/Savaşı en iyi becerenler/Barış vaazı verenlerdir

Şiirin ilk bölümündeki bu son satırlar Bukowski’nin aslında sözünü söylerken çekinmediğini, düz bir anlatıma sahip olduğunun göstergesidir.

Bekleyiş şiirinde ise Bukowski, otuzlu yılların ortalarında bir Los Angeles’tan bahseder.  Bu şiirinde Bukowski dönemin siyasi yapısından da bahseder:

Sosyalistler, komünistler ve anarşistler/ parklarda bankların üstüne çıkıp/nutuk çekerler/ kışkırtırlardı

Bukowski’nin bu durumdan bahsetmesi önemli çünkü şiirin sonunda da anlayacağımız üzere savaş daha başlamamıştır.  Ve şair bize ortamın genel siyasi görüntüsünün çizmiştir. Şiirin sonu ise:

Birinci Dünya savaşı kapımızı çalarken/o zaman bile, otuzlu yılların/o sıcak Los Angeles yazlarında.

Ah, genç olmak 1942’de şiirinde ise savaş başlamıştır. Şiirin başlığından da anlaşılacağı üzere savaş başlayalı üç yıl olmuştur. Şiirin başında askere gitmediğini çürüğe çıktığını dile getirir.

Louisiana’da F-4, çürüğe çıkmış, askeri psikiyatrı aklımın başında olduğuna inandıramadım.

Şiirin devamında şair sarhoş olduğunu ve yasaklı bölgeye girdiğini söyler. Burada Bukowski savaşın her yere yayıldığını aktarır.

Ve her zamankinden daha sarhoştum, sonra/ hafif bir rüzgâr eşliğinde bir karış çamurun içinde/ yürürken buldum kendimi ve oğlum, diye/geçirdim içimden/sen dedikleri kadar deli olmalısın/yoksa neden çamurun içinde yürüyesin ki? / sonra bir kuleden ışık tuttular üzerime/ (kuleyi ışığın arkasında gördüm ve hasiktir, diye geçirdim içimden, bu da ne?)/ ve bir ses “DUR!” diye bağırdı/ savaş her yerdeydi, yürürken yasak bölgeye girmiştim

Öğrenir insan şiirinde Bukowski, belki de sistemin en iyi eleştiren bir tavır takınır. Savaşların özgürlük için yapıldığına değinip, kendisinin aslında standart yaşama karşı biçilen rollere karşı savaştığını belirtir.

Özgürlük/ için savaşmak gerekir derler/ bunu biliyorum/ ama ben Japonlarla, İtalyanlarla, Almanlarla/ ya da Ruslarla/ savaşmak zorunda kalmadım/ özgürlüğüm için/ Amerikalılarla savaştım; aile kurumuyla okul/ bahçesiyle, patronlarla, sokak hanımefendileriyle/dostlarla, sistemin/kendisiyle

Görüldüğü üzere Bukowski’de savaş Orhan Veli’den farklı olarak işlenmiştir. Ortak noktaları savaşın çıkmaması savaşların yaşanmaması, savaş karşıtlığı şeklinde yorumlanabilirken. Farklılıkları olarak daha öncede belirtiğimiz gibi iki şairin içinde bulundukları ortam yaşadıkları ülkeler… Yani Bukowski savaşta aktif olarak rol oynamış bir ülkenin vatandaşıyken, Orhan Veli savaşa her şey bittikten sonra kâğıt üzerinde katılmış bir ülkenin vatandaşıdır.  Tabiî bu durum korkuyu hissetmekle korkuyu direkt yaşayan iki insan profili çıkarıyor ortaya. Bukowski her ne kadar savaşa inanmasa da ülkesi savaşın içinde ve doğurduğu yıkımları gözlemleme şansına erişiyor. Orhan Veli ise ülkesinin her an savaşa girebilme potansiyeliyle olayları sürekli takip eden bir vatandaş olarak karşımıza çıkıyor.

I.IV Şiirde Müzik

İki isimde de müzik konusu vardır. Buradaki müzik dinledikleri tarzlar ya da radyodaki denk geldikleri müziktir. Ve burada yine kendi kültürleriyle ilgili bir müzikten bahsederler. Charles Bukowski ‘de klasik müzik ya da radyoda denk gelen şarkılar varken Orhan Veli’de türküler ve şarkılar vardır.

Orhan Veli’de bu konuyu işleyen şiirler ise: Dedikodu, efkârlanırım, eskiler alıyorum, zeval.

Eskiler alıyorum, şiirinde Orhan Veli musikînin ruh için ne kadar gerekli olduğunu ve onu ne kadar sevdiğini anlatıyor.

Eskiler alıyorum/ alıp yıldız yapıyorum/ musikî ruhun gıdasıdır/ musikîye bayılıyorum/ şiir yazıyorum/ şiir yazıp eskiler alıyorum/ eskiler verip musikiler alıyorum/ bir de rakı şişesinde balık olsam

Orhan Veli’nin Efkârlanırım şiirinde ise türkünün isminden bahseder.

…”Kazım’ım” türküsünü söylerler/ Üsküdar’da: Efkârlanırım

Aynı biçimde Zeval şiirinde de bir türküden bahseder.

…”geri gelen saadet” türküsü

Bukowski ‘de bu konuyu işleyen şiirler ise:  panasonik, alayı kumarbaz, yankılanan ezgiler, tuhaf bir gün, purolarımı içiyor ölüm, kaya parçası.

Panasonik şiirinde Bukowski dinlediği radyo kanallarından bahseder. Fakat şiirin asıl konusu radyosundaki örümceklerdir. Örümceklerin onun sayesinde neler dinlediğini söyler. Böylelikle aslında Bukowski’nin de neleri dinlediğini görmüş oluyoruz.

Buradaki bütün örümcekleri öldürmedim/ ama çoğunu hakladım/ulaşamadığım iki tane var/radyonun plastik korumasının altındalar/ solid-state FM_AM istasyonunu seçen/ kırmızı noktanın içinde oturuyorlar/ Los Angeles radyolarının sadece ikisini dinlerim/ KUSC ve KFAC bu sırayla/ ikisi de klasik müzik kanalı

Bukowski’nin şiirlerinden anladığımız şu ki Bukowski klasik müziği çokça dinleyip sevmektedir. Şiirin devamı da bunu bize göstermektedir.

Kültürlü örümcekler bunlar/ dün gece/ Beethoven’ın 9.Senfonisi’ni dinlediler şimdi de/ Brahms’ın İkinci Senfonisi’ni dinliyorlar/ neyle beslendiklerini bilmiyorum/ memnun görünüyorlar/ ama sadece bacaklarını oynatıyorlar arada sırada/ bu radyo eğitiyor onları/ tanıdığım bazı eleştirmenlere/benziyorlar şimdi bunu söylerken örümceklere/ hakaret etmek gibi bir niyet taşımadığımı belirtmeliyim

Bukowski’nin klasik müziğe olan hayranlığını Alayı kumarbaz şiirinde de görüyoruz. Radyo dinlerken Mozart’a denk gelmesinin az bir şey olmadığını söylüyor.

Şimdi karayolunda trafiğin içindesin/ bir şeylere ama aynı zamanda da hiçbir şeye doğru/ sürüyorsun radyonun düğmesine basıp/ Mozart’a denk gelirken ki az şey değildir ve bir şekilde ağır günleri ve işlek günleri ve sıkıcı günleri ve nefret dolu günleri atlatacaksın

Klasik müzikle ilgili diğer bir şiiri ise:

Biliyorsunuz: yine sarhoşum/ve oturmuş Çaykovski dinliyorum radyoda/ tanrım, 47 yıl önce açlık çeken bir yazarken de dinledim onu/ şimdi yine dinliyorum ve az da olsa bir başarı sağladım yazarlıkta/ ve ölüm volta atıyor odamda/ purolarımdan otlanıyor/şarabıma yumuluyor.

Bu şiirlerin dışında Yankılanan ezgi şiirinde yazarlığı ile bahsederken aklına gelen o dönemin popüler müziklerinden bahseder.

Yazar olma çabasıyla/ açlıktan öldüğüm günleri/ düşünüyorum(ki uzun zaman önceydi)/ o günlerin popüler şarkıları hala belleğimde: / “a tisket, a tisket, a little yellow basket”/ “I can’t give you anything bu love baby”/ “when the deep purple falls over sleepy garden walls”/ “the man love”/ “anything goes”/ “body and soul”/ “I get a kick out of you!”/ bir krz daha Faulkner’ın/ Mississippi’de hayatını nasıl sürdürebildiğini/  ya da bir kafesin içinde/ İtalyan sokaklarında/ Ezra’yı ya da veznede bozuk para sayan T:S: Eliot’u/ ya da yolun ortasında bir köpek gibi öldürülmeden önce/ Lorca’yı düşünürken/ belleğin uzun koridorlarında/ yankılanan ezgiler/ “my heart belongs to Daddy”/ “by the light of the silvery moon”/ “let’s do it!”/”them there eyes”/ “it’s lovely” ve “you are my shining star”


II. Orhan Veli ve Bukowski Şiirinin Farklılıkları

İki isim arasındaki farklılıkları iki temel üzerinde oturtursak. Şiirde Bukowski karşılıklı konuşmalara yani diyaloglara çokça yer vermiştir. Bunu dışında Bukowski de müstehcenlik ve argo sıkça işlenmiştir.

II.I Müstehcenlik, Argo ve Küfür

Bu temada farklılığı sağlayan şair Charles Bukowski olmuştur. Şiirlerinde müstehcenlikten, argo ve küfürden bahsederken hiç çekinmemiştir. Çoğu sanatçının kullanmaktan çekindiği kelimeleri açıkça ifade etmiştir. Özellikle küfürlü ifadelere sıkça yer vermiştir. Orhan Veli’de ise böyle bir üslûptan söz edemeyiz.

Bukowski’nin müstehcenlik, argo ve küfür içeren şiirleri ise: iki dayı, duygu meselesi, ustura gibi günler sıçanlı geceler, harikulade gözlü adam, tuhaf bir gün,  çekik perde, kaya parçası, olasılıkların parıltısı, mavi kuş, hipodromun otopark görevlisi dostum, Edward Sbragia, hayran mektubu, hayat ölüm aşk sanat, kelam, striptizcim, ilk iş ilk gün, maço cehennemi, şu çılgın gecelerden biri, san pedro kasabasına taşındım.

Bukowski bu şiirlerinde kavga eden, hayatın içinden bir serseri olarak karşımıza çıkar. Aynı zamanda sözünü hiçbir şekilde sakınmayan biridir. İlk iş ilk günü şiirinde pasifik demiryolu sendikası’nda yaşanan bir olay anlatılır ve iki kişinin kavgası konu edinir.

Pasifik Demiryolu Sendikası’nda liseye/ yeniden başlamıştım sanki/ çakıl döşeli patikada/ ustabaşına doğru yürürken beni bekliyorlardı/ 3 kişi yoluma dikilmişti/ (tanrım, sonu yok mu? Tekrar tekrar aynı şey ne zaman bitecek?)/ ben ustabaşına doğru yürürken / yoluma dikilmiş bekliyorlardı/ “yeni işçi, öyle mi?” dedi ufak tefek olan sırıtarak/ sonra da hayalarını sıvazladı/ “bu da ne demek oluyor? Diye sordum”/ “ne diyon, lan” dedi öteki, “ belanı mı arıyon?”/ bir numara lider arkaya taradığı yağlı saçlarıyla/ ikisinin arasında duruyordu kollarını iki yanına/ açmış yüzümü ve gözlerimi paralamayı/  bekleyen parmaklarında yüzükler/ aptal ve tehlikeli biçimde yakışıklıydı bir numara/ yetişkin bir erkek sayılırdı/  kadın düzmüşlüğü de vardı muhtemelen/ siyah saçları ve siyah ayakkabıları/ parıldıyordu sabah güneşinde.

Şiirde işe yeni başlayan bir adamın iştekilerle yaşadıkları olaylar anlatılır ve bir dalaşma başlar.

“hey göt” dedi “s.ktir git”/ baktım ona sonra diğer ikisine ve/ içimden üçünü de öldürmeye çalışmaktan/ başka çare yok galiba diye geçirdim/… Üzerlerine yüründüğümde ustabaşı bağırdı: “HEY, KESİN DALAŞMAYI”/ … Ustabaşı yanımıza gelip Pasifik Demiryolu Sendikası’nda/ bu tür şeylere müsamaha gösterilmediğine dair bir nutuk çekti bize/… Kabadayılık taslayanların genellikle fos çıktıklarını öğrenmiştim nihayet.

İki dayı şiirinde ise Bukowski ’deki argoyu görüyoruz. Dayı kelimesinin kabadayı anlamında kullanılması buna örnek olarak verebiliriz.

Los Angeles Şehir Koleji’nin iki dayısı vardı/ biri bendim öteki Jed Anderson

Görüldüğü gibi Bukowski şiirinde müstehcenlik, argo ve küfürü kullanırken hiçbir şekilde çekinmemiştir. Şiirinin karakteristik bir unsuru olarak karşımıza çıkmıştır.

II.II Sigara, Puro ve İçki

Bukowski sigara, şarap, puro gibi kavramları da şiirlerinde sıkça işlemiştir. Orhan Veli’de bu durum Bukowski ’ye oranla yok gibidir.

Bukowski’nin şiirindeki sigara, içki, puro geçen şiirleri ise:  iki dayı, alman dostum, günümüzün en büyük aktörü, ustura gibi günler sıçanlı geceler, harikulade gözlü adam, tuhaf bir gün, Menekşe ve zambak, yüreğin kartalı, 21.yüzyıla doğru ilerlerken, her dakika bir kahkaha, selam Hamsun, purolarımı içiyor ölüm, çelik perde, aids’den önce, kaya parçası, akşam yemeği 1933,mavi kuş,yedekler,satış yok, Edward sbragia, soru ve cevap,”d”,profesyonel,, hayat ölüm aşk sanat, kelam, striptizcim, uzun ve hazin bir öykü, kaldırma teşebbüsü, şu gecelerden biri, parası iyi,başarısızlığım,artık biliyorsunuz duvarı neden öptüğümüzü, san pedro kasabasına taşındım, öfke duy san pedroya, ah genç olmak 1942’de, şarap nabzı.

İki dayı şiirinde geçen cep viskisi aslında şiirin yazılış amacı gibidir. Bukowski yıllar önce içkisinde sağlam bir yudum aldığı Jed’e teşekkür etmeyi unutup yıllar sonra bu şiiri yazmıştır.

Sonra elini arka cebine soktu/ bir cep viskisi çıkarıp bana uzattı/ sıkı bir yudum alıp şişeyi iade ettim/…hey Jed oralarda ir yerdeysen hala/ ( o zaman söylemeyi unuttum) bu o gün bana sunduğun içki için teşekkürüm.

Alman Dostum şiirinde ise Bukowski bir arkadaşının ne tür içki içtiğini söyler.

Bu gece Singha/ Tayland’dan malt likörü içer ve Wagner dinlerken

Günümüzün en büyük aktörü şiirinde ise Bukowski bir aktörün neler yaşadığını anlatır.

O ve arkadaşlarının yemek yedikten sonra genellikle yaptıkları/ (soğuk bir gece ise) birkaç içki içip senaryolarının sayfalarını/ şöminenin ateşinde yakıp seyretmek/ ya da yemekten sonra(sıcak gecelerde) birkaç içki içip/ buzluktan çıkardıkları sayfaları/ aşağıdaki uçsuz bucaksız vadiye uçan daire gibi fırlatmak/yemek içmek ve herkes gibi ölümü beklemek için bol bol zaman

Bukowski’nin şiirinde içki ve sigara şiir kahramanlarının hayat rutinlerinden biridir. Karakterlerin yaşaması için gereken temel ihtiyaçlardan biri olarak karşımıza çıkar. Ayrıca bu durum kendisi içinde bu şekildedir. İçki sigara kendi hayatının da ayrılmaz bir bütünüdür. Bunu Ustura gibi günler sıçanlı geceler şiirinde görürüz.

Genç bir adam iken zamanlarımı barlarda ve kütüphanelerde/ geçirdim; sıradan ihtiyaçlarımı nasıl karşıladığım gerçek bir bulmaca; neyse, onlara fazla kafa yormazdım diyelim/ okuyacak bir kitabım ya da bir şişe şarabım varsa başka/ şeyler düşünmezdim/ budalalar kendi cennetlerini yaratırlar/ barlarda kabadayılık taslardım, bardak kırardım, dövüşürdüm, belaydım/… Kütüphane geceleri bar geceleri, geceler hep aynıydı/…içkilerimizi dipleriz, kalkarız barın arkasından arka sokağa çıkarız: karşı karşıya geliriz

Harikulade gözlü adam şiirinde ise Bukowski şahit olduğunu bir anı anlatır bize ve gördüğü adamdan bahseder.

Sağ elinde bir şişe viski/ otuz yaşlarındaydı ağzında puro vardı ve sakalı uzamıştır

Tuhaf bir gün şiirinde ise Bukowski hipodroma gittiği bir günü anlatır ve yine vazgeçilmezi olan cep viskisi ve puro şiirde vardır.

Ayakkabılarımı çıkardım/ ve arabada oturup bekledim/ radyoyu açtım, şansa klasik müzik buldum/ torpido gözünden cep viskisini aldım/ kapağını açtım ve / sıkı bir yudum aldım/… Üçte biri içilmiş bir puro buldum, yaktım/ viskiden bir yudum daha aldım/ müzik dinledim, puro içtim, viskiye/ yumuldum ve kaybedenlerin/ oraya terk edişlerini seyrettim/ …şişeyi bitirmeye karar verdim/…buzdolabına gittim, bir bira aldım, banyoya girdim/ küvete sıcak su doldurdum/ birayı bitirdim, bir tane daha aldım, açtım ve küvete girdim/… Elimde bira küvetten çıktım/ arkamdan bir su birikintisi bırakarak/ telefona yürüdüm ve açtım/…elimde bira küvete dönüp/ arkamda bir su birikintisi daha bıraktım./bir bira almak için küvetten çıktım ve arkamda bir su birikintisi daha bıraktım.

Menekşe ve zambak şiirinde ise Bukowski’nin alkol problemi olduğunu okuruna söylediğini görüyoruz. Onu işler yolunda gitmezken fark eden editörüne teşekkür ediyor.

…ve/ beni 5124 Delongpre Bulvarı’nda/ alkolizmle deliliğin arasında bir yerde/ bulup keşfettiğin için teşekkürler

21.yüzyıla doğru ilerlerken şiiri ise bir yeni yıl partisini konu ediniyor.  Ve yine içki ve sarhoşluk şiirin temelini oluşturuyor. Öyle ki sarhoş bir tip ile geçen diyaloga yer veriyor Bukowski:

Benim evimde bir Yeni Yıl Parti’siydi sanıyorum/ elimde içki dikilirken/ narin bir tip yanaştı/ biraz sarhoş/” Hank, seninle evlendiğini ve evliliğinin iki yıl sürdüğünü iddia eden bir kadın tanıyorum,” dedi./ “sahi mi? Adı neymiş?”/ “Lola Edwards.” “hiç duymadım”/ “hadi moruk söylediğine göre…” “onu tanımıyorum güzelim”.… İçkimi dipledim, mutfağa gidip tazeledim

Purolarımı içiyor ölüm şiirinde Bukowski alkolle olan ilgili sorununu dile getirir ve onu tanıyan herkesin bu sorunu az çok bildiğini söyler.

Biliyorsunuz: yine sarhoşum/ve oturmuş Çaykovski dinliyorum radyoda/ tanrım, 47 yıl önce açlık çeken bir yazarken de dinledim onu/ şimdi yine dinliyorum ve az da olsa bir başarı sağladım yazarlıkta/ ve ölüm volta atıyor odamda/ purolarımdan otlanıyor/şarabıma yumuluyor.

Bukowski de içmenin yanı sıra müzik dinlemek ayrı bir yere sahip çünkü her içtiğinde radyoda bir şeylerin çaldığından bahsediyor ya da bir şeyler dinlediğinden bu bazen bir klasik müzik bazense o an neye denk gelmişse o oluyor.

Akşam yemeği 1933 şiirinde Bukowski içtiği sigaranın onu ne kadar etkilediğini ve onda nasıl bir etki yarattığından bahseder. Bukowski, sigaranın içileceği sırayı beklemektedir adeta.

…ondan sonra sıra Camel sigarasındaydı/ sigarayı tahta mutfak kibritlerinden biri ile yakar/ kibriti söndürmeden küllüğe bırakırdı/ sonra kahveden bir höpürtü, fincan masaya, Camel’den bir duman

Orhan Veli’nin şiirindeki sigara, içki, puro geçen şiirleri ise:  Sol elim, Keşan, misafir, Şanolu şiir, Meyhane, İçkiye benzer bir şey, Bayrak.

Orhan Veli’de Bukowski göre daha az karşımıza çıkan bu tema ayrıca Bukowski ‘deki gibi yaşamın bir parçası, her ana dâhil olmaktan çok standart bir şekilde işlenmiştir. Meyhane şiirine bakarsak:

Mademki sevmiyorum artık/ o halde, her akşam/ onu düşünerek içtiğim/ meyhanenin önünden/ ne diye geçeyim?

Görüldüğü üzere Bukowski ‘de sigara, içki, puro kelimeleri yaşamının her anında etkin bir şekilde varken, Orhan Veli’de standart bir anlatımla yer alır.

II.III Diyaloglar ve Hikâye

Orhan Veli ve Charles Bukowski’nin şiirinde gözümüze çarpan ilk fark, Bukowski’nin şiirinde diyaloglara sıkça yer vermesidir. Hemen hemen her şiirinde bir diyaloga rastlamak mümkündür. Bizce bunun nedeni Bukowski’nin şiir yazmaya geç başlamasıdır. Otuz beş yaşında ilk şiirlerini yazan Bukowski düzyazıdaki tecrübesini şiirine nakletmiştir. Orhan Veli’de diyaloglar ise Bukowski’ye göre neredeyse yok denecek kadardır. Diyaloglar Bukowski’de karşılıklı konuşmalar şeklindeyken Orhan Veli’de bu durum bazen kendi kendine bir konuşma şeklini alır. Diyaloglar Bukowski’nin şiirinde bizi sanki bir hikâye okuyormuşuz hissine götürür. Her şiirin bir hikâyesi vardır ama Bukowski’nin şiiri sanki bir hikâyeyi şiir formatında sunmuşuz gibidir. Bu hikâye bazen bir bütün şeklindedir bazense belli bir kısmını öğrendiğimiz bir hikâyedir. Bu durum Orhan Veli’de de kısmen bu şekilde işlenir.

Charles Bukowski’nin diyaloglu şiirleri:  trafik, iki dayı, dilenmek, menekşe ve zambak, rehinciler, purolarımı içiyor ölüm, arabamı yıkattım, olasılıkların parıltısı, satış yok, herkes bizim gibi yiyemiyor, “D”, içiyor musun, Carter, profesyonel, hayat ölüm aşk sanat…

Görüldüğü Bukowski’nin diyaloglar ve hikâye anlatmayan şiiri yok gibidir.

İki dayı şiirinde Bukowski okul yıllarından arkadaşı Jed ile olan bir anısını hikâyeleştirip anlatır. Tıpkı bir hikâye formu gibi giriş kısmı vardır, akışı hızlandıracak kelimeler ve diyaloglar vardır. Şiire bir bütün olarak bakacak olursak:

Los Angeles Şehir Koleji’nin iki dayısı vardı, biri bendim/ Öteki Jed Anderson/ Anderson okul tarihinin en iyi sağ açıklarından/ Biriydi ve lakabı fırtına idi/ hayli güçlü bir yapım vardı ama futbolun/ kaçıklar için bir oyun olduğunu düşünüyor/ bize öğretmeye yeltenenlerin/ daha zorlu bir oyunla cebelleştiklerini/ hissediyordum

Şiirin ilk kısmı bize hikâyedeki iki karakteri tanıyor. Bukowski ve Jed. Bukowski bunu yaparken birinci tekil kişi ağzıyla yapıyor. Ve şiirin bu parçası giriş niteliğinde diyebiliriz. Daha sonra:

Neyse, Jed ve ben kampüsün/ yıldızlarıydık, o gece maçlarında/ 60.70.80 metrelik deparlarını atıyor/ bense gündüzleri iskemleme çöküp/ bilmediklerimi öğrenmeye çalışıyordum/ ve bildiklerim/ o kadar kötüydü ki/ öğretmenlerin çoğunu/ delirtiyordum

Şiirin bu kısmı ise başkahramanların merkez özelliklerinin tanıtıldığı kısım olarak karşımıza çıkar. İki kahraman da kampüsün yıldızı biri spor alanında mükemmel işler yaparken diğeri gününü bir şeyler öğrenmekle harcayan bir gençtir.

Bir gün/ Jed ve ben/ nihayet karşılaştık/ kampüsün karşısındaki/ müzik dolaplı küçük barda/ o arkadaşları ile oturuyordu/ ben / benimkilerle/

Şu ana kadar hikâyeye giriş yapıldı karakterler tanıtıldı ve olay karşılaşmalarıyla başlayıp makinenin orada konuşmalarıyla doruk noktasına çıkmıştır. Ayrıca burada diyaloglar da başlıyor.

“hadi! Hadi! Yanına gidip konuş onunla!” diye bastırdı bizimkiler./ “… O sporcu oğlanı” dedim. “ben Nietzsche ile birim, o buraya gelsin”/ sonunda Jed makineden/ bir paket sigara/ almak için/ ayağa kalktı ve kankalarından biri/ “korkuyor musun ondan?” diye sordu.

Şiirin bundan sonraki kısmı ise doruk noktasının çözüme kavuşması yani Bukowski ve Jed’in konuşmaya başlaması

Kalktım, makineden paketimi almak üzereyken/ Jed’in arkasında durdum/ “selam Jed” dedim./ döndü: “selam Hank”/ sonra elini arka cebine soktu/ bir cep viskisi çıkarıp bana uzattı/ sıkı bir yudum alıp/ şişeyi iade ettim

Böylece hikâye tekrar rutin çizgisine dönmüş oluyor. Devam eden şiirin bu kısmında gelecekle ilgili neler yapmak istediklerin bahsediyorlar.

“L.A.C.C.”yi bitirdikten sonra ne yapmayı düşünüyorsun Jed?”/ “Notre Dame için oynayacağım.”/  Sonra o masasına gitti ben masama. “Ne dedi? Ne dedi?” diye sordular kankalarım masama döndüğümde./ “kayda değer bir şey yok.”

Bu şiirde bir hikâyede karşımıza çıkan karakterler, bir olay başlangıcı, doruk noktası gibi kavramların yanı sıra zamanı ileriye sarma ve geriye sarma teknikleri de kullanılmıştır.  Şiirde gelecekleri ile ilgili konuşurlarken şair bize yapmak istediklerini yapamadıklarını veriyor.

Neyse, Jed Notre Dame işini kıvıramadı/ ben de bir yere varamadım- yıllar süpürdü bizi ama bir yerlere gelen birkaç kişi oldu

Hatta öyle ki şair bir şeyleri başarabilmesinin en azından bir adım atabilmesinin onlarca yıl aldığını söylüyor.

Ve otuz-kırk yılımı aldı /bir adım ilerleyebilmek.

Yukarıdaki örnekler şairin zamanı ileriye sarması şeklinde yorumlayabileceğimiz örneklerken şiirin sonunda şairin kullandığı ilk tekniğin geriye dönüş olduğunu görüyoruz. Muhtemelen Bukowski bir gece otururken belki viskisinin içerken aklına arkadaşı Jed ile yaşadığı bu anı geliyor ve ona o gün söylemediği teşekkürü bugün söylüyor.

Hey Jed, bu gece oralarda bir yerdeysen hala,/  (o zaman söylemeyi unuttum) bu o gün bana sunduğun içki için/ teşekkür ederim.

Bukowski sanki önce kafasındakini hikâye olarak tasarlayıp sonra onu şiir formuna yedirmiştir. Şiiri bütün olarak fakat düzyazı formunda görmek yukarıda anlatmak istediğimiz durumu daha açıkça ortaya sunacaktır. Ayrıca hikâyenin unsurlarını bir tablo şeklinde sunmak da bir bütünlük açısından önemli sayılacaktır. Bukowski’nin birçok şiirinin hikâye inceler gibi incelediğimizde teknik açıdan bir sorunla karşılaşmayacağımızı görüyoruz.

Los Angeles Şehir Koleji’nin iki dayısı vardı, biri bendim öteki Jed Anderson. Anderson okul tarihinin en iyi sağ açıklarından biriydi ve lakabı fırtına idi. Hayli güçlü bir yapım vardı ama futbolun kaçıklar için bir oyun olduğunu düşünüyor, bize öğretmeye yeltenenlerin daha zorlu bir oyunla cebelleştiklerini hissediyordum. Neyse, Jed ve ben kampüsün yıldızlarıydık, o gece maçlarında 60, 70, 80 metrelik deparlarını atıyor bense gündüzleri iskemleme çöküp bilmediklerimi öğrenmeye çalışıyordum. Ve bildiklerim o kadar kötüydü ki öğretmenlerin çoğunu delirtiyordum. Bir gün Jed ve ben karşılaştık. Kampüsün karşısındaki müzik dolaplı küçük barda, o arkadaşları ile oturuyordu ben benimkilerle. “hadi! Hadi! Yanına gidip konuş onunla!” diye bastırdı benimkiler. “… O sporcu oğlanı” dedim, “ben Nietzsche ile birim, o buraya gelsin!” Sonunda Jed makineden bir paket sigara almak için ayağa kalktı ve kankalarından biri “korkuyor musun ondan?” diye sordu. Kalktım, makineden paketini almak üzereyken Jed’in arkasında durdum. “Selam, Jed”dedim. Döndü: “Selam Hank.” Sonra elini arka cebine soktu, bir cep viskisi çıkarıp bana uzattı. Sıkı bir yudum alıp şişeyi iade ettim. “L.A.C.C.”yi bitirdikten sonra ne yapmayı düşünüyorsun Jed?” “Notre Dame için oynayacağım.” Sonra o masasına gitti ben masama. “Ne dedi? Ne dedi?” diye sordular kankalarım masama döndüğümde. “kayda değer bir şey yok.” Neyse, Jed Notre Dame işini kıvıramadı ben de bir yere varamadım- yıllar süpürdü bizi ama bir yerlere gelen birkaç kişi oldu, biri ünlü bir spor yazarı oldu mesela ve on yıl boyunca karafatmaların istilasına uğramış ucuz pansiyon odalarının havasız ve yıldırıcı gecelerinde gazetedeki fotoğrafına bakmak zorunda kaldım. Ama bütün müritlerin önünde Jed’in bana viski şişesini uzattığı ve benim üçte birini diktiğim o an ile hâlâ gurur duyuyorum. Kahretsin, kaybetmemiz mümkün değilmiş gibi gelmişti bize ama kaybettik… Ve otuz-kırk yılımı aldı bir adım ilerleyebilmek. Hey Jed, bu gece oralarda bir yerdeysen hâlâ, (o zaman söylemeyi unuttum) bu o gün bana sunduğun içki için teşekkür ederim.

İnceleyeceğimiz ikinci şiir Bukowski şiiri ise: Arabamı Yıkattım. Bu şiirde arabasını yıkatacağı anı anlatmaktadır. Karısıyla birliktedir ve arabadan inip görevlilerle yaşadığı anı kısa bir hikâye biçiminde diyaloglarla anlatır. Bunu anlatırken de sanki bir hikâyenin herhangi bir sayfanı açmışız da okumaya ortadan başlamışız hissi uyandırır.

Arabadan indim. “hey ,” dedi adamlardan biri/ bana doğru gelerek, el sıkıştık, iki kırmızı ücretsiz/ yıkama fişini tutuşturdu elime, “görüşürüz,”/ dedim ve bekleme alanına, karımın/ yanına gidip banka oturdum

Bukowski şiirindeki hikâyeciliği olayları zihnimizde canlandırmamızı da sağlar, olaylar sürekli bir akış halindedir. Kişiler betimlenir. Örneğin buradaki görevli şöyle betimlenmiştir.

İri, topal, bir zenci geldi, “hey, adamım nasılsın?” diye sordu.

Gerekli yerlerde bu betimlemeler yapıldıktan sonra hikâye anlatılmaya devam eder.

“sağol bilader” dedim / “sen nasılsın?” / “bomba gibi” dedi/ sonra gidip / bir Cadillac’ı kurulamaya başladı/ “bu insanlar seni tanıyor mu?” diye sordu karım/ “hayır” / “öyleyse neden konuşuyorlar seninle?”/ “benden hoşlandıkları için, insanlar benden her zaman hoşlanmışlardır, benim çarmıhım bu.” / sonra arabamız hazırdı, adamlardan biri bana bezini/ salladı, kalktık, arabanın / yanına gittik, eline bir dolar/ tutuşturdum, arabaya bindik, motoru/ çalıştırdım, şefleri yanaştı, güneş / gözlüğü takmış iri bir tipti,/ “seni gördüğüme memnun oldum, moruk!” dedi bana. / gülümsedim. “sağol ama bu senin partin, dostum!” / trafiğe çıktım / “biliyorlar kim olduğunu” dedi karım. / “elbette.” Dedim, “daha öncede yıkattım arabamı orda”

Görüldüğü gibi Bukowski karısıyla arabasını yıkattığı bir yere geldiğini arabası yıkandığı zaman neler yaşandığı anlatır. İki dayı şiirinde yaptığımız gibi şiiri düzyazı formunda ve hikâyenin unsurları tablosuyla vereceğiz.

Arabadan indim, “hey,” dedi adamlardan biri bana doğru gelerek, el sıkıştık, iki kırmızı ücretsiz fişi tutuşturdu elime, “görüşürüz,” dedim ve bekleme alanına, karımın yanına gidip banka oturdum. İri, topal bir zenci geldi, “hey, adamım, nasılsın?” diye sordu. “sağol bilader,” dedim, “sen nasılsın?” “bomba gibi,” dedi,  sonra gidip bir Cadillac’ı kurulamaya başladı “bu insanlar seni tanıyor mu?” diye sordu karım “hayır”  “öyleyse neden konuşuyorlar seninle?” “benden hoşlandıkları için, insanlar benden her zaman hoşlanmışlardır, benim çarmıhım bu.”  sonra arabamız hazırdı, adamlardan biri bana bezini salladı, kalktık, arabanın yanına gittik, eline bir dolar tutuşturdum, arabaya bindik, motoru çalıştırdım, şefleri yanaştı, güneş gözlüğü takmış iri bir tipti, “seni gördüğüme memnun oldum, moruk!” dedi bana. Gülümsedim. “sağol ama bu senin partin, dostum!” trafiğe çıktım  “biliyorlar kim olduğunu” dedi karım.  “elbette.” Dedim, “daha öncede yıkattım arabamı orda”

Orhan Veli’de diyaloglar ve hikâyeye geçmeden önce buradaki hikâyenin şiirin bir şeyler anlatması değil, şiirin hikâye özellikleri göstermesi olduğunu es geçmemek gerekir. Orhan Veli’ Bukowski ’deki gibi hikâye formunda şiirler yoktur. Diyaloglar ise çok az bir şekilde karşımıza çıkar. Örneğin sabaha kadar şiirinde şeytanın onunla konuşmasını dile getirir.

… Beklemesem olmaz mı güneşin doğmasını/ kullanılmış kafiyeleri yollamak için/ kapıma gelecek çöpçülerle / deniz kenarına?/ şeytan diyor ki: “aç pencereyi; “bağır, bağır, bağır; sabaha kadar”

Görüldüğü gibi Orhan Veli’de diyaloglar karşılıklı konuşmadan çok iç konuşma şeklindedir. Tek yanlıdır. Yani karşı tarafın aktarmak istediğini de Orhan Veli kendi aktarıyor. Bu durum Tahattur şiirinde de karşımıza çıkıyor.

Alnımdaki bıçak yarası/ senin yüzünden;/ tabakam senin yadigârın;/ “iki elin kanda olsa gel” diyor/ telgrafın; nasıl unuturum seni ben,/ vesikalı yârim

İntihar şiirinde ise Orhan Veli intiharından sonra insanların neler konuşacağı üzerinde durur.

Kimse duymadan ölmeliyim/ ağzımın kenarında/ bir parça kan bulunmalı/ beni tanımayanlar/ “mutlak, birini seviyordu” demeliler/ tanıyanlarsa, “zavallı, demeli, çok sefalet çekti.” / fakat hakiki sebep bunlardan hiçbirisi olmamalı

Şiirlerindeki hikâye kısmına gelince Orhan Veli’de Bukowski’de yaptığımız gibi bir çözümlemeye gitmeyeceğiz çünkü Orhan Veli’nin şiirinde Bukowski ‘deki gibi bir hikâye formatını bulmamız zor.

Görüldüğü gibi Bukowski şiirlerinde diyaloglara sıkça yer verirken hemen hemen bütün şiirlerinde bir konuşma geçerken Orhan Veli’de durum o kadar sıklıkla işlenmemiştir. Ve Bukowski’nin şiiri hikâyeye daha yakınken Orhan Veli’de bu durum tam anlamıyla öyle değildir. Daha öncede belirttiğimiz gibi Bukowski’nin şiir yazmaya otuz beş yaşında başlaması onu etkilemiştir.

II.IV Yerellik

Bu bölümde bahsettiğimiz yerellik, kültürel folklorik özelliklerdir.  Yani şairlerin kendi kültürel bağlarıyla ilgili kültürel türleriyle ilgili kısımlardır. Örneğin Orhan Veli’nin türkü başlıklı şiirlerinin olması gibi, Bukowski’de bu konu üzerine çokça durmayacağız. Bukowski’nin kendini toplumun dışına itmesinden dolayı bu başlıkta onu örneklendirmeyeceğiz. Bukowski ayrıksılığını, bunu sevdiğini Yürekli öyküsünde şöyle açıklar:

Beni tanıyan hereksin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinekkaydı tıraşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.[22]

Orhan Veli ise şiirlerinde yerellik adına unsurları barındırmıştır. Türküler maniler ve şarkılar Orhan Veli’de kendine yer bulur. Öncelikle şarkılar üzerinde durursak ilk şarkı:

Felah bulmadı bir türlü derd ü mihnetten

Ne türlü ateşe yanmış gönül muhabbetten

Müreccah olmalı divanelik bu haletten

Ne türlü ateşe yanmış gönül muhabbetten

Bu şarkı Refik Fersan tarafından bestelenmiştir. Şarkıların özel bir başlığı olmayıp Şarkı şeklinde yazılmıştır. İkinci şarkı ise Suphi Ziye tarafından bestelenmiştir.

Dem bezm-i visalinde heba olmak içindir

Canın senin uğrunda feda olmak içindir

Nabzım helecanımda seda olmak içindir

Canım senin uğrunda feda olmak içindir

Bardak boşalır bencileyin dolmayı bilmez

Benzim yaprak gibi sararıp solmayı bilmez

Hiçbir şey canımca feda olmayı bilmez

Canım senin uğrunda feda olmak içindir

Üzerinde duracağımız diğer bir şiir ise Yol Türküleri; bu şiir içinde Hereke, İzmit, Zonguldak gibi yerleri barındıran bir yolculuk şiiridir diyebiliriz. Anlatı bir halk hikâyesi anlatısı gibidir.

“Hereke’den çıktım yola, selam verdim sağa sola,/ Haydi, benim bu dünyaya garip gelmiş şairim/ yolun açık ola!”

Şiirin başlangıcının mani düzeni şeklinde olması anlatmak istediğimiz yerelliğin en somut örneklerinden biridir. Ve söyleyiş sürekli olarak devam etmektedir. Bizler hem bazı bölgeler hakkında bilgileniriz hem de bunu eğlenceli bir şekilde aklımızda tutarız.

İzmit sokakları yaprak içindeydi/ başımda unutmadığım şehrin havası/ dilimde hep oraların şarkıları/ ellerim ceplerimde/ bir aşağı bir yukarı/ sonbahar/ İzmit sokakları yaprak içindeydi

Aslında Orhan Veli önce -türkü ki bunu maniye de benzetebiliriz- bu türküleri tırnak içinde gösterir sonra standart bir anlatım şeklinde gider.

“İzmit’in köprüsü betondur beton/ nasıl kadrin bilmez yanında yatan/ sensin gece gündüz gözümde tüten/ yüreğim yanıktır, ciğerim delik/ of of, kemirir bağrımı of, ince hastalık”

Arifiye!/ şoför durdu,  Enstitü Mektebi, dede,/ Süleyman Edip Bey müdürün adı/ bir yolda burada duralım/ ellerinde nasır, yüzlerinde nur/ yarına ümitle yürüyenlere/ bir selam uçuralım

Yukarıda belirttiğimiz gibi şiir bir türkü-mani bir şiirsel anlatım şeklinde devam eder. Tüm şiiri burada vermek yerinde bir bütünlük oluşturması açısından sadece tırnak içine alına türkü-mani kısımlarını topluca vermenin yerellik konu başlığına daha uygun olacağını düşünüyorum.

“Hereke’den çıktım yola, selam verdim sağa sola,/ Haydi, benim bu dünyaya garip gelmiş şairim/ yolun açık ola!”

“İzmit’in köprüsü betondur beton/ nasıl kadrin bilmez yanında yatan/ sensin gece gündüz gözümde tüten/ yüreğim yanıktır, ciğerim delik/ of of, kemirir bağrımı of, ince hastalık”

“ada yolu kestane/ aman dökülür tane tane.”

“Hükümat önünden geçtim/ oturdum kahve içtim/ Hendek’te bir güzel gördüm/ yavuklumdan vazgeçtim/ hendeğin yolları taştan/ sen çıkardın beni baştan.”

“Düzce yolu düz gider/ aman bir edalı kız gider.”

“Evlerinin yüzü aşı boyası/ insaf bilmez yüreğine acı değesi/ duyduğumdan beterini duyası.”

“benden selam olsun Bolu Beyi’ne/ çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır/ ok gıcırtısından, kalkan sesinden/ dağlar seda verip seslenmelidir.”

“arabalar yük indirir ovaya/ arabacı değnek vurur düveye/ başın döner, bakamazsın havaya.”

“uy neyimiş neyimiş, aman aman/ kaderim böyle imiş/ yar üstüne yar sevmek, aman aman/ ateşten gömleğimiş

“Gerede’ye vardık, günlerden Pazar/kaldırımlarında yosmalar gezer/ bilmem, bu gurbetlik be kadar uzar/ yüreğim yanıktır, ciğerim delik/ of of, kemirir bağrımı of ince hastalık/

“ siyah akar Zonguldak’ın deresi// yüz karası değil, kömür karası/ böyle kazanılır ekmek parası”

Tüm bu yerelliğin yanı sıra Orhan Veli yazılışta da yerelliğe gitmiştir. Bazı kelimelerde ölçünlü dili kullanmayıp halk ağzında nasıl söyleniyorsa öyle aktarmıştır. Örneğin: “Hükümat önünden geçtim/ oturdum kahve içtim.” Kısmında Hükumet kelimesi yerine hükümatı kullanmıştır.

Görüldüğü gibi yerellik de Orhan Veli ve Bukowski arasında üzerinde durulması gereken bir farklılık olarak karşımıza çıkmaktadır.

II.V. Yazarlık Serüveni ve Editörlerle Yaşadıkları

Bukowski şiirlerinde yazarlık serüvenini ve editörleriyle ilgili olan anılarını da anlatmıştır. Bu konudan bahseden şiirleri ise: Menekşe ve zambak, kapalı bir kapıdır cehennem, kafeste gezinti, profesyonel.

Bukowski bu temalı şiirlerinde editörlerin onun hayatına nasıl dokunduğunu, editörlerinin ondan neler istediklerini anlatmıştır. Menekşe ve zambak şiirinde editörünün emekliye ayrılma durumunu dosya teslim ederken nasıl bir yol izleyeceğini söylüyor.

Elbette, önümüzdeki on dakika içinde ölebilirim/ ve hazırım buna/ama beni asıl endişelendiren/ benden on yıl daha genç olduğu halde/ editörüm ve yayıncım olan zatın/ emekliye ayrılma ihtimali/ 25 yıl önce(45 denen o erken yaştaydım o zaman) / edebi suları denemek için/ kutsal olamayan ittifakımızı kurduğumuzda/ ikimizin de tanınmış olduğu söylenemezdi

Şiirin devamında editör Bukowski’ye şiirinin nasıl ve ne biçimde teslim edeceğini söylüyor.

“Bay Chinaski, bundan sonra işlerinizi/ Rondo biçiminde ve papirüs kâğıda/ üç aralıklı daktilo edilmiş olarak/ teslim etmeniz gerekiyor”

Şiirin son kısmında ise editörüne onu keşfettiği için teşekkür ediyor.

Neyse, John, bahçıvanlığı geçişin gerçekleşirse tadını çıkar/ çalıların arasını güzelce belle/ sadece sabahın erken saatlerinde sula/ yabani otları yolmayı ihmal etme/ ve benim yazılarımda yaptığım gibi: bol bol gübre kullan/ ve beni 5124 Delongpre Bulvarı’nda/ alkolizmle deliliğin arasında bir yerde/ bulup keşfettiğin için teşekkürler

Kapalı bir kapıdır cehennem şiirinde ise Bukowski yazarlığının zorlu bir dönemini ve editörlerle yaşadıklarını anlatır.

Açlık çeken bir yazarken bile/ red mektuplarının canımı sıktığı söylenemez: editörlerin aptal olduklarına inanıyor/ yazmaya ve göndermeye devam ediyordum/ hatta hareket olarak nitelendirirdim red mektuplarını;/ boş posta kutusundan iyiydi/ tek zaafım ya da düşüm o editörlerden birini görmekti/ yüzünü görmek, giyinişini, odada bir yerden bir yere yürüyüşünü gözlerini…/ birini bir kez görmek/ çünkü elinizdeki tek şey size yeterince iyi olmadığınızı/ söyleyen basılı bir kâğıt parçası ise/ editörlerin olduklarından çok daha tanrıvari olduklarına inanma tehlikesi vardır/ lanet sanatın için açlık çekiyorsan/ kapalı bir kapıdır cehennem/ ama arada sırada/ anahtar deliğinden bile olsa/ bir göz atmak ister insan/ genç ya da yaşlı, iyi ya da kötü/ hiçbir şey bir yazar kadar yavaş ve zor ölmez kanımca

Görüldüğü gibi Bukowski bir kitabın okuyucuya buluşmadan önce ne gibi zorluklardan geçtiğini bu serleri inceleyen editörler hakkında neler hissettiğini ve yazarlığın ne kadar çileli bir süreç olduğunu anlatmıştır.

Orhan Veli’de böyle bir durumla karşılaşmıyoruz.


SONUÇ

Şiir anlayışlarını belli konu başlıkları altında “gündelik yaşam ve sıradan olan her şeyin şiire girmesi” “aşk ve kadın” “savaş teması” “şiirde müzik” ”müstehcenlik argo ve küfür” “sigara, puro ve içki” “diyaloglar ve hikâye” “yerellik” “yazarlık serüveni ve editörlerle yaşadıkları” incelemeye çalıştığımız Orhan Veli Kanık ve Charles Bukowski hakkında şunları söyleyebiliriz:

Tezin ana konusu benzerlikler üzerine belirlenmesine rağmen iki sanatçının farklı yönleri de azımsanamayacak seviyede çıkmıştır.  Ayrıca farklılıkların merkez sanatçı Bukowski olurken, benzerliklerin merkez sanatçısı Orhan Veli olmuştur. İki sanatçı da şiir anlayışlarının temel görüşü olan “her şey şiire konu olabilir” e uymakla beraber yalnızca bu duruma bağlı kalmayıp kendi yaşamları çevrelerindekilere de duyarsız kalmamıştır. Yani iki sanatçı sanatlarının temel düşünceleri yanında geri kalan her şeyi yok saymamışlardır. Ayrıca incelediğimiz başlıkların daha fazla çoğaltıla bilineceği de unutulmamalıdır.  Vardığımız sonuçları şu şekilde maddeleyebiliriz:

  • Orhan Veli Kanık ve Bukowski şiir anlayışlarının temeli olan “her şey şiire konu olabilir” görüşüyle hareket etmişlerdir.
  • Charles Bukowski, Orhan Veli’ye göre daha sert bir dil kullanmıştır.
  • Orhan Veli, Charles Bukowski ’ye göre daha yerel ifadeler ve türler kullanmıştır.
  • Charles Bukowski’nin şiire hikâye türüne daha yatkındır.
  • Orhan Veli aşkı kadını daha sade işlerken, Bukowski aşk ve kadını daha müstehcen ve erotik biçimde incelemiştir.
  • Müzik her iki sanatçı içinde önemlidir.

Kaynakça

  • “Bütün Şiirleri” KANIK Orhan Veli Yapı Kredi Yayınları 15.Baskı İstanbul 2006
  • “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Garip Hareketi” SAZYEK Hakan Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 1996
  • “Garip Poetikası Etrafında Bazı Mülahazalar” AKBAŞ Onur
  • “Kanık’sadığım Biri Orhan Veli” ÖZSOY Şeref Ayna Yayınevi 2001
  • Türk Şiirinde Garip Hareketi MUMCU AY Yasemin
  • “Charles Bukowski Ve Meat Kuşağı” ERDOĞAN Şenol Altı Kırk Beş Yayın İstanbul 2013
  • “Kendimize Açtığımız Yaralar” BUKOWSKİ Charles Parantez Yayınları İstanbul 2001
  • “Kapalı Bir Kapıdır Cehennem I.Cilt” BUKOWSKİ Charles Parantez Yayınları İstanbul 1992
  • “Ölüler Böyle Sever” BUKOWSKİ Charles Parantez Yayınları İstanbul

Dipnotlar

[1] MUMCU Ay, Yasemin. “Türk Şiirinde Garip Hareketi”. Turkish Studies. Volume 4 /  Winter, 2009.
[2] ENGİNÜN  İnci, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, Ekim 2005, S:82
[3] KANIK  Orhan Veli Garip Ön Sözü Orhan Veli Bütün Şiirleri Yapı Kredi Yayınları 2006 S:20
[4]  AKBAŞ Onur Garip Poetikası Etrafında Bazı Mülahazalar
[5] KANIK  Orhan Veli Garip Ön Sözü Orhan Veli Bütün Şiirleri Yapı Kredi Yayınları 2006 S:20-21
[6] KANIK Orhan Veli Garip Ön Sözü Orhan Veli Bütün Şiirleri Yapı Kredi Yayınları 2006 S:21-22
[7] KANIK Orhan Veli Garip Ön Sözü Orhan Veli Bütün Şiirleri Yapı Kredi Yayınları 2006 S:23
[8] KANIK Orhan Veli Garip Ön Sözü Orhan Veli Bütün Şiirleri Yapı Kredi Yayınları 2006 S:24
[9] HAŞİM  Ahmet, Piyale Mukaddimesi
[10] ERDOĞAN Şenol  Charles Bukowski Ve Meat Kuşağı  6.45 Yayınları S:7
[11] Bu Karşılaştırma Yapılırken Şiirlerin Alıntıladığı Kitaplar: Bütün Şiirleri Orhan Veli Kanık Yapı Kredi Yayınları 15. Baskı İstanbul 2006, Kendimize Açtığımız Yaralar Charles Bukowski Parantez Yayınları 2. Baskı İstanbul 2016, Kapalı Bir Kapıdır Cehennem Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi Cilt Parantez Yayınları İstanbul
[12]  AŞKAROĞLU Vedi  Günümüz Sıradan İnsanın Trajık Olgusu Ve “Kitabe-İ Seng-İ Mezar” Şiirinde Süleyman Efendi Betimlemesinde Durumun İrdelenmesi– (Ardahan Üniversitesi)
[13] AŞKAROĞLU Vedi  Günümüz Sıradan İnsanın Trajık Olgusu Ve “Kitabe-İ Seng-İ Mezar” Şiirinde Süleyman Efendi Betimlemesinde Durumun İrdelenmesi– (Ardahan Üniversitesi)
[14] SAZYEK Hakan Cumhuriyet Dönemi Garip Hareketi Yapı Kredi Yayınları S:137
[15] Kanık’sadığım Biri Orhan Veli- Burunsuz Galip Montör Sabri Adlı Yazıdan
[16] SAZYEK Hakan Cumhuriyet Dönemi Garip Hareketi Yapı Kredi Yayınları S:119-120
[17] SAZYEK Hakan Cumhuriyet Dönemi Garip Hareketi Yapı Kredi Yayınları S:121
[18] SAZYEK Hakan Cumhuriyet Dönemi Garip Hareketi Yapı Kredi Yayınları S:120
[19] SAZYEK Hakan Cumhuriyet Dönemi Garip Hareketi Yapı Kredi Yayınları S:141-142
[20] SAZYEK Hakan Cumhuriyet Dönemi Garip Hareketi Yapı Kredi Yayınları S:142
[21] SAZYEK Hakan Cumhuriyet Dönemi Garip Hareketi Yapı Kredi Yayınları S:147
[22] BUKOWSKİ Charles Ölüler Böyle Sever Parantez Yayınları  S.82


Bu ilginç çalışmayı Upas Yayın’la paylaşan Sn. Cengizhan Koçyiğit’e içtenlikle teşekkür ediyoruz.