Söyleşi: “Karanlık Neşe, Güzel Aldırmazlık ve Kötüye Maruziyet, Özel Bozukluk” (Yonca Enderer – Zafer Yalçınpınar)

Yonca Enderer

Zafer Yalçınpınar: İlk şiir kitabın Mai‘de, kurguladığın kadrajlara dolu dolu ve bütünsel olarak nüfuz eden bir özellik bulunduğunu düşünüyorum: “Ara duygulanımlar” olarak ifade edebileceğimiz karmaşık izlekler ile değişken yaşantı parçalarını son derece dengeli, kontrollü ve satıh olarak işleyebilme becerisi… Bunda lirizm açısından buluşlu, parlak bir taraf var. Mai’nin lirik tınısı nasıl oluştu? Şiirlerini nasıl işliyorsun, Mai’yi nasıl bir teknikle billurlaştırdın?

Yonca Enderer: Mai, yani Arapça kökenli eski Türkçede Mavi; ‘karanlık neşe’ olarak tasvir edebileceğim İstanbul kalabalığında bir bavulun arkasından yürüyen adımların kendini sürükleyişidir. Öyle ki, ‘bir im’ olmak Mai’nin iskeletinin hem imgesel hem de fiziksel bir parçası. Sembollerle, düşlerle ve gerçeklerle örülü bu kitap, kaygısız ikilemlerle sayıklanarak yan pencereden sarkmak, duvardaki aynaya uzun uzun bakmak ya da yokuş aşağı koşmak kadar kendiliğinden ve sahicidir. Mai, ‘’Tamam, dur’’ diyene değin içini doldururken ‘ben’in tüm yaşadıkları, psikolojideki ‘la belle indifference’ yani ‘güzel aldırmazlık’ kavramıyla vücut bularak her şiirde sadece ‘ben’in değil tüm ‘ben’lerimizin hikâyelerini anlatmıştır. Bunu yaparken de dili bir çocuk gibi yontarak, harfleri duvarlara çarparak yeni bir yol açma telaşı içindedir. Bu yüzden karanlık neşesiyle hem biraz öforik hem de hüzünlüdür. İç konuşmaları ve dışavurumlarıyla bir şiir kadar mavidir. Aynı gaye ile fark ettiğim ‘’Kötü’’nün derinliğinde de çeşitli sayıklamalar ile keskin uçlu geçişler hissetmekteyim. Peki ‘’Kötü’’ kendini nasıl oymuştur da bu denli saflaşmıştır?

Zafer Yalçınpınar: Aslına bakarsan Kötü, diğer şiir kitaplarıma nazaran teknik açıdan çokça üzerine titremediğim, serbest çağrışımlı ya da nasıl desem, kolajvari bir kitap oldu. Tabiî ki bu durum ‘Kötü’deki şiirleri doğuran yaşantılar ve anlamları için geçerli değil. Tarihinsancısı, yani Kötü’den önceki şiir kitabım, adından da anlaşılabileceği üzere birçok tarihsel gönderme ve hesaplaşma içeriyor. Bu tarihsel çerçeve nedeniyle de bazı şiirlerime yazıldıkları dönemde Tarihinsancısı’nda yer vermedim. İşte o dönemde dışarıda kalan -kişisel diyebileceğim- şiirler ve Tarihinsancısı’nın sonrasında kaleme aldığım şiirler ‘Kötü’yü oluşturuyor. Kötü’nün saflığı ve bahsettiğin değişkenlik biraz da bu tip bir yığılma nedeniyle oluştu. Yani bir şeyleri oymadım, diyebiliriz. Hatta bazı oyukları, dilsel çıkıntıları, pürüzleri, eğimleri bilerek düzeltmedim Kötü’de… Üslup bozukluklarından çivili, imkânsız bir bütün oluşturmak istedim. Yani bu sefer, metaforik olarak, özel boyalar kullanmadım ahşapta… Vernik bile yok Kötü’nün ahşabında… Ya da nasıl desem, hurdacıdan toplanmış farklı tipteki metal parçalarıyla, döküntüyle heykel yapmak gibi… Yontmadım Kötü’yü aslında… Ama özel bir üslup bozukluğu var, bir deneysel, geçişsiz, tuhaf, keskin, kolajvari taraf var tabiî… Demin ifade ettiğin ve Mai’de vücut bulan “güzel aldırmazlık” söylemini çok önemsiyorum. Senin şiir dilindeki lirik varoluşu tutarlı biçimde açıklayan bir kavram veya tavır bu… “Güzel aldırmazlık” durumuna şiirlerinden bir örnek verebilir misin, biraz açar mısın bu tavrı? Yıldızada, misal…

Yonca Enderer: Benim de hem ‘Kötü’de ve genel olarak şiirde ehemmiyet verdiğim bu olağanlık ya da kendiliğinden diyebileceğimiz akış aslında. Bir tür romantik serseri tavrı. Bu noktada ‘Güzel aldırmazlık’ yani ‘la belle indifference’ her ne kadar günümüze gelene kadar yalnızca çok narsist, histerik ya da pasif agresif olarak değerlendirilse de göründüğü gibi bir tavır değildir. Babam bana hep şöyle derdi; ‘’Tavır alma, tavrın olsun.’’ Bu bir tür duruştur. Parmak uçlarından saç teline, doğumdan ölüme değin vücut bulmuş bir bipolar, bir entropi. Söz konusu duruma bir örnek olarak ‘Bakirenin Mürekkebi’ ya da ‘Daydila’ söylenebilir. Lakin ‘Yıldızada’ için konuşmak gerekirse bir dizi kayıtsızlığın içinde yine kaygılardan beslenen huzursuz bir ruh var. Bir adanın kıyısında, yıldızların altında hâlâ görebildiği göğe, aldığı kekik kokan soluğa, yaşadığına şükrederek ölümün ortasında duran bir ses, bir nefes. Cyrano de Bergerac gibi ‘her şey olmak’ isterken ‘hiçbir şey’ olmanın korkunç güzelliği. Tüm çocuksuluğuyla hâlâ meraklı, masalsı, kadınlığıyla cüretkâr ve vahşi, insanlığıyla da arayışta ve bir yunan ezgisiyle eli kadehine kalkmış havada bekleyen zamansız bir hikâyedir ‘Yıldızada’. Doğal olarak inkâr edilemeyecek biçimde ‘ben’lerimizden, yaşadığımız bu hayatın her zerresinden etkileniyoruz. Sonuçta metaforik olarak anlattığım şeyler arasında ‘Yıldızada’nın kendisi (evrilmemiş gerçek ismi Yıldızkoy) veya Deli Kayalar gerçekte de var olan, anlattığım kadarıyla mitolojik bir hikâyesi olan somut yerler… Bizler bunlardan etkilenirken ‘Kötü’ her ne kadar ‘Tarihinsancısı’ isimli kitabınızda yer vermediğiniz şiirler bütünü olsa da dediğiniz gibi kişisel ancak kolajvari görünmesine rağmen tamamen bir bütün… Yani her şiir ‘Kötü’ için özellikle seçilip bir araya gelmiş özel bir yazın. Acaba bu bütünü parçalara ayırmadan duygusal anlamda benim tanımladığım ‘güzel aldırmazlık’ gibi bir şey söyleyebilseydik ne diyebilirdik? Yani belki sadece ‘kötü’ değil de neden ‘kötü’? Ya da yalnızca ‘kötü’ ise Zafer Yalçınpınar ‘Kötü’yü ve beraberinde kötülüğü tanımlayabilseydi hayatının o zamanki dilimi için ne söyleyebilirdi?

Zafer Yalçınpınar: Şu önemli ayrımı hemen ifade etmeliyim; bir insanın planlı, sürekli ve yöntemli bir şekilde kötülüğe maruz kalarak kötülüğün oyunlarını tanıması başka bir şey, kötülüğü diğer insanlara bulaştırması, yani kötülüğü yaygınlaştırarak kötülüğün hamiliğini yapması başka bir şey… Benim kitabımın ismi olan “Kötü”, diğer birçok yan anlamı bir kenara bırakırsak, kötücüllüğe ve kötülük dayanışmalarına maruz kalmayı, kötülüğü tanımayı anlatıyor. Yani hiçbir zaman “Yaşasın kötülük!” gibi ifadeyi benimsemediğimi söylemeliyim. Ece Ayhan’ın yaşamı için de hakikat böyledir. Kimse, kötülüğü Ece Ayhan’dan daha iyi tanıyamaz çünkü en çok Ece Ayhan maruz kalmıştır kötülüğe! Ama tabiî, kötülüğün ve yeni sinsiyetin oyunlarına maruz kala kala o oyunları öğreniyorsun zamanla… Benim adım, ailem ve eserlerim üzerinde de son on beş yıldır itibarsızlaştırma yöntemi uygulanıyor sürekli… O oyunları ve sinsi söylemleri yaygınlaştıranların kimler olduğunu da tek tek, çok iyi biliyorum. Bir kötülük çetesi ve bu çeteye mentor olarak atanmış ördek suratlı bir edebiyat kâhyası bu oyunları yönetiyordu falan… Eh, ne yapalım, insan biraz da mücadele ettiği düşmanını tanır, ona benzer yahu! Yani, benim de o kötülük çetesi ve ödüllendirdiği insancıklar gibi ‘kötü şiirler’ yazma hakkım vardır elbet! Ama benim kitabımın mihenk noktası bu açı üzerinde değil… Asıl açı şudur: Hayatımın o zamanki zorluğunu “ayak bağlarından kurtulmak” olarak tanımlayabilirim. Dadacı bir yaklaşım belki de… Şiir dilinde anlam, coşkusuz ve dengeli bir duruştur, yani bir “ayak bağı”dır. Ozan arketipinin benimsenmesi, sabah akşam ödüllendirilmesi de öyle… İş yaşamı, sahte arkadaşlıklar, yalancı dostlar, köpek balığı gibi kan peşinde koşanlar, evlilik sektörü ve girişimci şirketler de öyle… Kötü’yü tüm bu ayak bağlarından kurtulduğum bir dönemde yazdım. Bu nedenle şiirlerde ‘özel bir üslup bozukluğu’ var. Ve evet çok zordu, çok kötüydü o günler… Dadacı bir deney… Ama şu söz de çok önemlidir: Yağmur ne kadar yoğun yağarsa, sonrası o kadar güzel olur! Peki senin geleceğe yönelik düşüncelerin nasıl? Gelecekte şiirin neye evrilecek? Mai yayımlandı. Sonrası nasıl olacak? Bir planın var mı?

Yonca Enderer: Açıkçası ‘Mai’ kadar soğuk bir hüznün karnında, tam ortasında, sıcacık masmavi bir kuş olacağım. Ben ile imlerim hem yaşamaya bu kadar aç hem de ölüme bu denli âşıkken iki uç arasında, benim ortasına koyabileceğim tek şey sevgi. Sevmek ortada tutar, yumuşatır ve güzel kokar. Kamu spotu yapmayacağım, ama özellikle uzaylı melekler olduğunu düşündüğüm kediler, hiç şüphesiz ana kaynağım ve tabiî tüm hayvanlar, insanları saymazsak. Yani aslında bu gezegen için umut olmasa da tüm güzellikler bir başka gezegende olacak ya da paralel evrende zaten oluyor, olmalı. İnanmak istediğim ve arzu ettiğim bu. Toplumsal sürgünlerimi sabah sekiz akşam altı arasında bir kaşık pekmez gibi yediriyorlar zaten. Gerisi, gerekse şiir; Mai doğdu, Neptün gibi sistemin bir ucundan ilk defa görüldü ve görülmeye devam ediyor. Tabiî keşif bitmedi. Yolda bir başka renk, bir başka çocuk, bir kadın hatta bir adam var. Uzay zamandan bağımsızken -uğultularla, şaman davulları avuçlarımı parçalamış, yüzümüzde boyalar, ıslak çimenlerde, mutlu kırmızı bir kış ve yaz günü soğuk küvette intiharlar varken- ‘evet, şimdi!’ diyebiliyorum. Az kaldı biliyorum…

Zafer Yalçınpınar: İçtenlikli cevapların için teşekkür ederim. Yeni şiirlerini merakla bekliyorum.

Aralık 2018
upas.evvel.org