KÖPEK (Mert Can Aksoy)

Tek gözümü kapayıp iyice yakınlaştırmış olmalıyım ki bir aralık sadece ensesini görebildim. Ensesinde öyle bir kırışık vardı ki bu buruşuk deri parçası öyle bir açıyla duruyordu ki insanı oturup düşünmeye sevk eden bir açıydı bu. Oturdum. Ne zaman ardından bir rüzgâr esse sanki o kıvrımın içinde – varsa kiri temizleyerek – tâ kalçasına kadar inecek ve sırtındaki gömleği havalandıracak gibi. Elimdeki, bunun bir ismi olmalı, tuvalet kâğıdını oval ve diri tutmaya yarayan ve bir avucu tam doldurmak üzere tasarlanmış kartonu bir kenara fırlattım. İşimi görmüştüm. Kalkıp yürümekte olan ona yettim. Yüzüne bakmadan önce ayaklarına uzunca bakıp adımlarımızı denkleştirdim, kollarına bakıp sağlamasını yaptım. Hiç yüzüne bakmamakta kararlıydım. Orada çok önceleri kaybettiğim ve sonra uzunca bir süre aradığım ve sonra yine uzunca bir süre aradığım o şeyin kendine dönüşmek isteğimi birden bulacak olmamın, korkmak dememeli buna, tüm bunları unutmuş olmamın utancıyla karşılaşacakmışım gibi. O da konuşmuyordu. Buna hiç şaşma. Önümüzde bir baskül ve yaşlı, oturan ve avanak gözlerle bir adam belirdi. Ben gördüm, onu bilmem. Hiç farkına varmamıştım ama ayaklarımız zaten bağlı olduğu için hızla sağımızda duran avanak gözlerden sola doğru uzaklaştık ve sonra az evvel yürüdüğümüz hizadan dümdüz hiç şaşmamışız gibi devam ettik. (Bir çizgi çekilse ve bizim bu çizgiden hiç çıkmamamız için görevli bir üçüncü kişi ufacık bir dalgınlıkla havada uçuşan martılara bakakalsa,’martılar çok az tutabilir dikkati üzerinde, sıkılmanın hayvanıdır onlar.’ bu bilgiyi göz önünde bulundurursak, hemen görevinin başına dönse bizim çizgiden çıkıp girdiğimizi asla fark etmemiş olurdu.) Neden diye sormadım. Dedim ya ne ben ne de görevli kişi farkındaydık yarım dairelik hareketin ama birden – sinir bozucu bir şey bu- sessizliği bozdu. “BASKÜLE BASMAKTAN KORKUYORUM.” Bana ne bundan, bana ne? Cevap vermedim. yanımda birinin yürüdüğünün farkındaydım fakat onun da olması canımı sıktı. Cevap verirsem belki yüzüne bakmak zorunda kalacağım, belki(kesin’e çok yakın bir belki bu) uzun bir konuşma başlayacak. Ağacın üzerindeyiz. İki arkadaşım ve ben. Bulunduğumuz kasabanın tam ortasındaki parkı, buna eminim adımlarımla saydım, tam ortasındaki ağacın en üzerindeyiz. İri yarı bir çam ağacı bu. Ağacın altından, parkın çevresinden, etraftaki evlerin çatısından ağacın tepesindeki bizler’i görmeleri im-kan-sız.  Oysa biz her yeri, parkı, çarşıyı, evlerin çatılarını, hatta pencere içlerini bile görebiliyorduk. Ben şimdi desem ki küçüklüğüme dair bu bilgi yüzünden olacak ben de ne zaman bir lokanta yahut dışarısının kalabalık olduğunu bildiğim bir mekânda tuvalate girsem hiç o işi yapamıyorum çünkü sanki o duvarlar biden kalkıverecekmiş de dışardakiler, bir çift iri göz ve tümden bir kahkaha beni görüverecekmiş gibi oluyor. Komik olur değil mi? Nereye gideceğiz? Aramızda buna dair bir anlaşma yok. Basküle basmaktan korkuyormuş. Ne komik! Bunun yerine, madem bu sessizliği bozacaktın neden ‘şuraya gidiyoruz, gideceğiz, gitmeliyiz, gidiyoruz biliyorsun değil mi?’ gibisinden iç rahatlatıcı bir şeyler söylemedin sanki? Dışarı doğru yürüyorduk. Uzun zaman oldu. Bir köpek gördüm. O da gördü mü bilmiyorum. Uyuz it, dişleriyle nasıl da kaşıyor kıllı derisini. Ben de kaşınmaya başladım. Deli gibi kaşınıyordum. Neden durduk gidelim! diye bağırdım. Tamamen düşünmeden olmuştu, yemin ederim. Kahretsin. Duymamıştı. Baldırlarımıza bağlı yapışkan kayışları çıkardı, köpeğe doğru kaydı. Kayış benim sağ baldırımdan da sümüğümsü bir hızla süzüldü. Yüzünü göreceğim korkusuyla arkamı döndüm. “EĞİLİYORUM.” Biraz geçti. “SÖYLEDİKLERİMİ DUYUYOR MUSUN? BİRAZ ONU DİNLEYECEĞİM. ŞİMDİ OTLARA YATIYORUM. PARMAĞIMI UZATIP BİTLERİN BANA DOĞRU GELMESİNİ İŞARET ETTİM.” Uyuz piç. Hızla kulağımda habersiz, aniden bir vızıltı duymuşum gibi şaplak attım. Uff tatlı tatlı kaşıyorum. Gülüşme duydum. “EVET, ŞİMDİ SONUNDA KEMİRMEYİ BIRAKTI KONUŞACAK.” Tüm bunları sanki kulağımın dibinde söylüyordu. Uzun süreceği anlaşılan bir sessizlik. Ne merak edeceğim hû! Şeytançağıran bir ıslık tutturdum. Nasıl da tatlı kaşınıyor. İlkin bulutları ardından denizle göğün arasına bir fermuar gibi çekilmiş şehri inceledim. Bu bana bayağı zaman kazandırmıştı. Hatta belki arada uyumuştum. Yürümek, yürümek istiyorum. Nereden çıktı şu köpek! Elimi kulağımdan çektim. “ÜRKME BİTLERİ GERİ BIRAKIYORUM.” Yine kulağımın dibindeydi. Yanıma geldi. Gözlerimi sımsıkı kapayıp güneşe baktım. Kıpkızıl. Kayışları tekrar baldırlarımıza aynı anda geçirdik. İşte yürüyorduk. Ne vakit kaybı ama. Sırtımda bir esinti duydum. Onun gömleğinin kalkıp indiğinden kuşkum yok.

Mert Can AKSOY
Nisan, 2020